Sayfalar

22 Mayıs 2012 Salı

31- Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî

Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretleri, Anadolu'da yaşayan büyük velilerden. Silsile-i aliyye adı verilen, insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyada ve ahirette seadete, mutluluğa kavuşmalarına vesile olan büyük alim ve velilerin otuz birincisidir. Peygamber efendimizin neslinden olup Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin on birinci torunudur. Babası Seyyid Molla Ahmed bin Salih Geylani'dir. Şihabüddin, İmadüddin, Kutbü'l-İrşad vel-medar lakaplarıyla ve Hakkari nisbesiyle meşhurdur. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin halifelerindendir. 1853 (H.1269) senesinde Şemdinli yakınındaki Nehri'de vefat etti. Kabri orada olup ziyaret edilmekte, feyz ve bereketlerinden istifade olunmaktadır.
Asil ve temiz bir aileye mensub olan Seyyid Taha-i Hakkari'de çocukluğunda büyüklük ve olgunluk halleri görülür, zeka, istidat, vakar ve heybeti ile herkesin dikkatini çekerdi.
Onu her gören ilerde pek büyük bir zat olacağını söylerdi. Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsiline başladı. Süleymaniye, Kerkük, Irak, Erbil, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli alimlerden, tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimleri, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrendi.
Seyyid Taha, daha ilim talebesi iken, bir gün Bağdat'a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; "Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz." deyince; "Bu, ma-i caridir, yani akar sudur. Dinimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar." buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; "Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır." deyip elindeki balığı gösterdi. Bu büyük kerameti gören arkadaşları; "Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana itiraz etmeyeceğiz." dediler.

Hicri on üçüncü asrın kutbu olan Mevlana Halid, Hindistan'a giderek, Gulam Ali Abdullah Dehlevi'nin huzuru ile şereflenip, layık ve müstahak oldukları fazilet ve kemalatı aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullarına doğru yolu gösterip Hakk'a kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf, Mevlana'nın kalbinden saçılan nurlarla aydınlanmaya başladı. Bu sırada arkadaşı olan Seyyid Abdullah da Süleymaniye'de bulunan Mevlana'yı ziyarete gitti. Sohbetinde bulunarak, kemale geldi ve halife-i ekmeli yani en olgun halifesi oldu. Mevlana Halid-i Bağdadi'ye, biraderinin oğlu Seyyid Taha'nın, harikulade ve yüksek istidadını anlattı. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri de, bir daha gelişinde, onu beraberinde getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah, ikinci ziyaretlerinde yeğeni Seyyid Taha'yı da götürdü. Mevlana hazretleri, Bağdat'ta Seyyid Taha'yı görür görmez, hemen Abdülkadir Geylani hazretlerinin kabr-i şerifine gidip, istihare etmesini emretti. Seyyid Taha da kabre gidip istihare etti. Ceddi Abdülkadir Geylani hazretleri, Allahü teâlânın izniyle kabr-i şerifinden kalktı ve onu çok iyi karşıladı. Sonra; "Benim yolum büyük ise de, şimdi ehli kalmadı. Mevlana Halid ise, zamanının alimi, evliyanın en büyüğüdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir." buyurdu.
Seyyid Taha, büyük dedesi Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin manevi emri ve izni üzerine, Mevlana'nın huzuruna geldi. Bu öyle bir gelişti ki, pek az kimselere nasib olmuş, nasıl ve neler elde ederek gideceği, bu başlangıç ve gelişten belli oluyordu. Mevlana, Seyyid Taha'nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kalplerin düşünemediği makamlara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamanın en büyük alim ve velisi olacak tarzda, ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyazet ve mücahedesinde hiç eksiklik etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.
Mevlana Halid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnasında, Seyyid Taha'ya dağdan taş getirtirdi. Bu hal, talebeleri arasında, taaccüble karşılanır; "Hocamız Mevlana, Resulullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem Ehl-i beytine çok fazla bağlı olduğu halde, Seyyid hazretlerini dağa göndermesindeki hikmet nedir?" derlerdi. Hazret-i Mevlana ise, bu hususda konuşmaz sükut ederdi.
Seyyid Taha hazretleri, Mevlana Halid-i Bağdadi'nin yanında seksen gün kaldıktan sonra, velilikte pek yüksek derecelere kavuştu. Keşf ve keramet sahibi olarak hilafet-i mutlaka ile şereflendi.
Seyyid Taha hazretleri, hilafetle müşerref olup Berdesur'a hareket edeceği zaman, Mevlana onu büyük bir cemaatle uğurladı. Vedadan sonra, Seyyid Taha, Mevlana'nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlana olduğunu gördü. "Estagfirullah" deyip, geri çekildi. Mevlana, Seyyid Taha hazretlerine hitaben; "Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resul-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım sebebiyle üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçınamazsınız." buyurdu. O da sıkılarak; "Emir edebden üstündür." sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce alim, salih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merasimi ile yürüdü. Sonra, Mevlana durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Taha'ya verip; "Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenab-ı Hak yardımcın, büyüklerin ruhları sığınağın olsun." buyurdu. Taha-i Hakkari hazretleri Mevlana Halid-i Bağdadi'nin halifesi olarak Berdesur'a geldi.
Amcası Seyyid Abdullah, Nehri'de talebe yetiştirmek ile meşgul iken, oraya çok yakın olan Berdesur'a Seyyid Taha'nın da gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan birçokları; "Böyle iki büyük halifenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?" dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefat ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Taha hazretleri, Nehri kasabasına gelip irşada başladı. Burada kırk iki sene, ilim talebesine, Hak aşıklarına ve Hakk'ı arayanlara ilim, feyz ve nur saçtı. Aşıklar, uzaktan yakından pervane gibi bu irşad ve nur kaynağının etrafına toplandılar. Nehri, Cennet bahçelerinin gıbta edeceği bir gülistan oldu. Allah'ı arayanların arzusu ve ruhlarının mıknatısı haline geldi. Şimdi birkaç harab evin bulunduğu Nehri'de, o zaman nüfus on altı bine yükseldi. Nehri birkaç cami, mescid, medreseler, çarşı ve diğer dükkan, han, hamam ve benzeri binalarla o civarın merkezi idi.
Seyyid Taha'nın sohbetleri bereketiyle pekçok kimse Allahü teâlânın rızasını kazandı.
Seyyid Taha hazretleri, en büyük velilerden olup, onu gören müslim veya gayr-i müslim, o anda Allahü teâlâyı hatırlardı.
Bir sohbeti esnasında buyurdu ki:
"Bana Cennet ve Cehennem'den bahsetmek işi verilmedi. Bu kapıda olanlara bu ikisi tesir etmez." Bu sözü açıklarken halifesi Seyyid Sıbgatullah Arvasi şöyle buyurdu: "Ebrar, yani iyi müminler ahiretleri için amel ederler, mukarrebler, yani Allahüteâlâya yakın olan ve hep O'nunla bulunmaktan zevk alan seçkinler, sadece Allahü teâlâ için amel ederler."
İnkarcılardan ve bid'at sahiplerinden kaçınmak hususunda buyurdu ki:
"Münkirden (inkârcıdan) ve bid'at ehlinden aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resulullah'ın zamanında olsalardı, ona iman etmezlerdi."
Seyyid Taha hazretleri bazan; "Misvakla kılınan bir rekat namaz, misvaksız kılınan yetmiş rekattan hayırlıdır." hadis-i şerifini okurdu. "Hadisdeki sivak, "misvaklamak" manasına geldiği gibi "sensiz" manasına da gelir. O zaman hadis-i şerifin manası; "Sensiz, yani kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rekat, kendinle olduğun yetmiş rekattan faydalıdır." buyururdu.
Seyyid Taha hazretleri, vefa ve sadakatte hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik'ı, şecaatte ve adalette hazret-i Ömer'i, haya ve hilmde hazret-i Osman'ı, vilayet-i kübrada hazret-i İmam Ali'yi (r.anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resulullah'a yakın Eshab-ı kiramdan birisi gibiydi.
Seyyid Taha hazretlerinin, murakabe etmesinin çokluğundan, boynundaki kemik, dışarıya doğru eğilmiş gibi görünürdü. Vekar ve heybetinden mübarek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet ışığı, on dördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştırırdı. Alnı geniş, kaşları gür, iki kaşları arası açık, mübarek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta boylu bir nur parçası idi. Gönül sahibleri görünce, ruhen aşık olurlardı. Hülasa, ilahi nurun tecellisi idi. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla kendilerinden geçerlerdi. Nehri hududuna girildiğinde, feyz ve muhabbet kokuları, akıllı olanları ve gönül sahiplerini istila ederdi. Ziyaretçiler, abdestsiz olarak Nehri'ye giremezdi. En büyük halifelerinden "Halife Köse" lakabıyla tanınan meşhur Molla Taha buyurdu ki: "İki yerinden başka Nehri'nin bütün taşları, ağaçları, herşeyi nurdur. Biri, yahudi mahallesi, öbürü Musa Bey ismindeki bir münafığın kalesidir."
Seyyid Taha hazretleri, teheccüd namazını ekseriya bereketli evinde, bazan kendi mescidlerinde eda ederlerdi. Kuşluk namazını daima camide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tedkik buyururdu. Müderrislerin müşkil meselelerini hallederdi. Nehri, karınca yuvası gibi, daima salih kişiler ve talebelerle dolu idi. Binlerce gönül sahibi feyz almak için boyunlarını büküp, o dergaha akın ederlerdi. Gece-gündüz o makamın, zikir, fikir, ibadet ve taatsız bir anı bulunmazdı. Seyyid Taha hazretleri dergahı teşriflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak sözlere bağlanırdı. Nehri kasabası bin yedi yüz hane iken, hiçbir evde yemek söz konusu değildi. Hepsi Seyyid Taha-i Hakkari'nin dergahından yer, içerdi. İkindi namazından sonra "Hatm-i hacegan-ı kebir", sonra İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ı okunurdu. Seyyid Fehim hazretleri Nehri'de ise ona, yok ise, muhterem damadları ve halifeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı.
Bu arada bazı kelime veya cümle üzerinde yapılan geniş izahlar, sohbetlerinin esasını teşkil ederdi. Nehri'de misafirlerden, faraza sadrazam olsa dahi, akşamla yatsı arasında yemek fasılası yoktu. Bu müddet zikir, fikir ve ibadetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam namazından önce yenirdi. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin halini genişçe sual buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme, akraba ziyaretine ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyaçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine uyarak devlet adamlarıyla temas buyurmazlar, ancak bazı müslümanların zararını önlemek üzere mektup yazarlardı. Halbuki başta Sultan Abdülmecid Han olmak üzere, bütün devlet adamları her emirlerine amade ve hazırdı.
Seyyid Taha hazretleri, bütün cihana hükmeden bir hükümdar olsa, dünyayı en güzel şekilde idare edebilirdi. Aklı, idraki, idare ve intizamı akıllara hayret verirdi. Dünya ve ahirete ait ilimlerdeki maharet ve ihtisası herkesten üstündü. Hülasa, madden ve manen, İslam alemine bahşedilen ilahi lütuflardan bir büyük nimetti.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin babasının dedesi olan Seyyid Muhammed, o zaman Van'dan gelip, bu kaynaktan feyz aldı. Seyyid Taha, Van'ı şereflendirince, Seyyid Muhammed'in evinde misafir olurdu. Seyyid Muhammed'in biraderi Molla Lütfi'nin oğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de, Hizan'dan Van'a gelince, Seyyid Taha'ya talebe oldu. Çok feyz ve bereketlere kavuştu. Sonra Hizan'a babasının yanına gitti. Bundan sonra, yüzlerce talebesi ile, her yıl Nehri'ye Seyyid Taha hazretlerini ziyarete giderdi.
Seyyid Taha hazretlerinin, Halife Köse namıyla tanınan; alim, amil ve veliy-yi kamil bir talebesi vardı. Seyyid Taha'nın halifelerinden olup, ismi Taha idi. Edebinden, "İsmim Taha'dır." demeğe haya ederdi. Üstadından kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arz edemezdi. Sakalı biraz seyrek idi. Bir gün, bu düşüncesini ve utancını keşfeden hocası, bir talebesine; "Bizim Köse buraya gelsin." buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldı ve hilafetle şereflendikten sonra da ismi, "Halife Köse" kaldı.
Seyyid Taha-i Hakkari'nin pek çok kerametleri vardır.
Bir gece, hırsız, Seyyid Taha hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Taha hazretleri anbara geldi ve; "Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim." deyince, hırsız, donakalıp birşey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; "Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyacın olursa, anbara değil, bize gel!" buyurduğunda hırsız, tövbe edip, sadık talebelerinden oldu.
Seyyid Taha hazretlerinin kayınpederi, Nehri kadısı idi. Bu mübarek damadını o kadar çok severdi ki, kabrini, onun kabrinin bulunduğu bahçe duvarının kapısının girişinde yapılmasını ve; "Seyyid Taha hazretlerinin kabrini ziyaret etmek isteyen Hak aşıkları, benim mezarıma uğrayıp da geçsinler. Belki o mübarek zatı ziyaret edenlerin hürmetine Allahü teâlâ beni affeder. Yahut onu ziyarete gelenlerin ayaklarına mezarımın toprağı değmekle teberrük ederim." buyurdu. (Gerçekten o mezar, Seyyid Taha hazretlerinin mübarek kabirlerinin tam girişindedir.)
Bir Ermeni, Seyyid Taha hazretlerine gelip; "Çocuğum olmuyor, sizin büyük bir zat olduğunuza inanıyorum. Dua edin de, çocuğum olsun." dedi. Seyyid Taha hazretleri, talebesinden birine; "Git bir beze iki tane koyun tüyü koy, sar, getir!" buyurdu. Talebesi emri yerine getirdi. Seyyid Taha, Ermeniye; "Bu bezi beline sar, hiç çıkarma!" buyurdu. Aynı Ermeni beş sene sonra gelip; "Efendim, her batında iki çocuk olmak üzere, beş senede on tane çocuğum oldu. Artık yeter." dedi. Seyyid Taha da; "Belindekini artık çıkarabilirsin." buyurdu.
Seyyid Taha hazretleri, bir gece rüyasında Resul-i ekrem efendimizi uçsuz-bucaksız bir sahrada ilerlerken gördü. Önlerinde, yanlarında ve arkalarında, şefaat isteyen pekçok insan vardı. Kimi eteklerine tutunmuş, kimi önlerinde dize gelmiş ve başını eğmişti. Seyyid Taha hazretleri bir kenarda bekliyordu. Allah'ın Resulü onu görünce, ona doğru yöneldiler ve iltifatlarda bulundular.
Yine bir gece rüyasında, dağdan bol bir suyun aktığını ve herkesin ondan içmeğe koştuğunu gördü. Kendisi ise o gün, suyu kaynağından içmek için dağın tepesine tırmanıyordu. Bir de gördü ki, suyun kaynağında Allah'ın Resulü var. Ve bütün sahrayı kol kol dolaşan sular, O'nun mukaddes parmaklarından akmaktadır... Seyyid Taha, suyu o mübarek parmaklardan ve fışkırış noktasından içmek saadetine erişmek için yaklaştı ve içti.
Hocası Mevlana Halid hazretleri, kendisine yazdığı Farisi mektuplarından birinde şöyle buyurdular: "Kıymetli Seyyid Taha! Allahü teâlânın emanında olunuz! Afet olan şöhretten daima çok sakınınız! Kişi için, talebelerin çokluğu büyük bela olabilir. Allahü teâlâ sizi o afetten korusun! Amin. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, ruhu kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın olmaktan, tatlı, idareli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. İnşaallah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat davet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, başkalarının davetine gidilsin. Böyle davete verilecek cevap şudur: "Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyadan kesilmek ve İslam padişahına dua etmek, insanların dinine hizmettir. Devlet reislerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz." Sana emrettiğim üzere ol, muhalefet etme! MollaMustafa Eşnevi'ye de fakirin selamını söyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan yerden çok uzak olup, dine hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zaruridir. Bizden bir şey gizli tutulmasın ki, helake sebeb olur. Kulların en zayıfı Halid-i Nakşibendi Mücedidi."
Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri, Seyyid Taha-i Hakkari'ye yazdığı başka bir mektubunda da buyurdu ki: "Allahü teâlâ kalbimin sevgilisi Seyyid Taha'yı fena ve beka makamlarının nihayetine kavuşturmakla şereflendirsin. Bu fakire muhabbet ve ihlas bağı ile bağlılığınızı bildiren mektubunuz geldi. Yüksek Nakşibendiyye yoluna hizmet için çalıştığınız ve Kur'an-ı kerimi bir usul ile hatmetme haberinize çok sevindik. İhlaslı olmak şartı ile insanlar sizin vasıtanızla Allahü teâlâya ibadet etmek, Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak gibi her ne yaparlarsa onların kazandığı sevab kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. "İyi bir çığır açan müslüman kimseye, açtığı o çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir. Bununla beraber onların sevabından da hiçbir şey eksilmez." hadis-i şerifi bu sözümüze açık delildir. Allahü teâlânın selamı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Kulların en zayıfı Halid-i Nakşibendi."
Seyyid Taha hazretleri, halifesi Seyyid Sıbgatullah Arvasi'ye yazdıkları Farisi bir mektupta şöyle buyuruyor: "Adı güzel, feyz ve fayda menbaı Molla Sıbgatullah! Selam eder, dualarımı bildiririm. Gönderdiğiniz güzel mektubunuz geldi. Bizi sevindirdi. Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, dünya ve ahiret saadetinin sermayesi olan fukaraya (evliyaya) muhabbetiniz sönmemiş bir kor gibi durmaktadır. İki şeyi muhafaza etmek lazımdır. Bunlar; dinin sahibine son derece bağlılık ve hocasına ihlas ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse nimettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka bir şey verilmezse, hiç üzülmemelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, Allah korusun, bu iki şeyden birinde halel ve sakatlık olursa, bununla birlikte haller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrac bilmeli, kendinin harablığı görmelidir. Doğru yol budur. Allahü teâlâ muvaffak eylesin!"
İkinci mektuplarında da; "Duacınızın hallerini sorarsanız, Allahü teâlâya hamd olsun ki, sevdiklerimizin istediği şekildedir. "Kardeşimin oğlu, birkaç kimse ile birlikte huzurunuzla şereflenmek isterler. İzin var mıdır?" diyorsunuz. Buyursunlar! Fakat kendinizi onlara karşı yetersiz göstermemek şartıyla. Her zaman geliniz. Canınız istediği kadar kalınız. Ne zaman gitmek isterseniz gidersiniz. Vesselam ved-dua. Kulların en zaifi Seyyid Taha Halidi Nakşibendi."
Bir gün Seyyid Taha hazretlerine; "Amcanız Seyyid Abdullah hazretlerinin üzerinde türbe vardır. Başkalarında ise yoktur. Acaba hikmeti nedir?" diye sordular. Seyyid Taha hazretleri de şöyle buyurdu: "Biz Berdesur'dan Nehri'ye gelmeden önce, basit bir şekilde örtmüşler. Amcam sağ olsaydı, babasının üstünü dahi örtmezdi. Madem ki, siz örttünüz, biz bir şey demiyoruz. Ama bizim üzerimiz örtülmeyecektir." (Gerçekten bu emir devam etmektedir. Başkale'de, Gayda'da, Arvas'da, Van'da, Ankara'da ve diğer yerlerdeki ona bağlı seyyidlerin hiçbirinin üstü örtülü yani türbe içinde değildir.)
Seyyid Taha hazretleri Şehidan Dağını her yıl iki kere ziyaret ederdi. (Bu dağ, Şemdinli'nin doğusunda, hatta babalarının medfun bulunduğu Meleyan Köyünün de doğusundadır. İran hududuna yakındır. Hazret-i Ömer zamanında, Eshab-ı kiram, o belde ve ülkeleri feth için buraya gelmişler ve bu dağda şehid olmuşlardır. O zamandan beri bu dağın ismi Şehidan (şehidler) Dağıdır.
Irak'ın Revandız havalisinde, Berzenci kabilesi ile Hayderi kabilesi arasında bir husumet meydana gelip, birbirlerine harb ilan ettiler. Irak'ta, sözleri geçen bütün halk araya girdiği halde, bu fitne ve kavgayı önleyemediler. Önemli mesele olduğundan, Seyyid Taha hazretlerine; "Bunu siz halledersiniz." dediler. Sulh ve barıştırma, dini bir emir olduğundan, hemen Irak'a, yani Revandız'a hareket eyledi. Her iki taraf Seyyid Taha hazretlerini görünce, birlikte karşılayıp ellerini öperek emirlerine uydular. Bunları barıştırıp, Nehri'ye geldiklerinde, adetleri olduğu üzere, Nehri yolunda bulunan nehir kenarında Zi Tuva Çeşmesi başında istirahat ettiler. Beraberlerinde bulunan bin kişiye öyle bir teveccüh ettiler ki, bunlardan beş yüz kişi derhal, o anda hal ve keramet sahibi oldu.
Irak'tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehri'ye, Seyyid Taha hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Harunan Köyünden geçerken, Seyyid Taha hazretlerinin büyüklüğünü inkar eden Musa Bey adındaki zat, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler ağlayarak Nehri'ye gelip Seyyid Taha hazretlerini haberdar ettiler. Seyyid Taha, Musa Beye haber gönderip; "Bu katırların yükleri bana aid olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et." buyurdu. Musa Bey emirlerini dinlemedi, katırları vermedi. İkinci defa haber gönderip; "Benim namıma ve hatırıma versin." buyurdu. Buna da karşı çıkınca, Seyyid Taha büyük hiddetle; "Cuma gecesi gelsin de o vermesin görelim." buyurdu. Cuma gecesi, Nehri'den, talebeler gidip, neticeyi öğrenmek için nöbet beklediler. Meğer Bey, divanhanesinde kendine tabi olanlarla oturmuş, Seyyid Taha'nın evliyalığını inkar hususunda konuşuyormuş.
Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, midesine bir ağrı girerek. "Karnım!.. karnım!.." diye bağırarak can vermiş. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehri'ye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Taha'ya sığındılar. "Lütfen, merhameten babamızın defin merasiminde bulunup, dua buyurunuz." dediler. Onlara cevaben; "Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz." buyurdu. Çocukları çok israr ettiler. Hazret-i Seyyid nihayet kalkıp, cenazeye gitti. Cenazenin kapkara kömür gibi olduğu görüldü. Definden sonra, Seyyid Taha; "Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi." buyurdu. Cenab-ı Hak, bir seyyide hakaret etmenin onu üzmenin cezasını verdi. Bunu herkes açıkça gördü.
Berzenci seyyidlerinden Seyyid Musa, kervancıbaşı olarak İran'a gidiyordu. Gayet sarp bir yerde, ayağı kayan katırı uçuruma yuvarlanırken; "İmdad ya Seyyid Taha!" diye bağırdı. O anda bir el, hayvanı olduğu yerde durdurdu. Çekip yola çıkardılar. Seyyid Musa, bir müddet sonra ziyaret için Nehri'ye gitti. Seyyid Taha hazretleri; "Ya Seyyid Musa! Bir katır için bizi İran'a çekiyorsunuz." buyurdu.
Van'ın Gürpınar kazasından bir zat, Nehri'ye gidip, Seyyid Taha'ya talebe olmak istedi. Kabul edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan; "Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi." diye vesvese verdi. O talebe nihayet Seyyid Taha hazretlerinin daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi iade etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Taha'ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu. Aradan günler geçmişti. Seyyid Taha hazretleri, bir gün öğle vakti namaza kalkarken, birden mübarek ellerini uzatıp; "Def ol, ya lain!" buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Halife Köse; "Efendim, mübarek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?" diye sual etti. O da; "Gürpınar'da bir müslüman sekeratta iken, şeytan aleyhillane imansız gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam imanla vefat etti." buyurdu. Halife Köse; "Tesbihi iade eden olmasın?" dedi. "Evet, odur!" buyurdu. "Efendim, o edebsizlik ve terbiyesizlik etmişti." deyince de; "Bir zaman bize muhabbeti vardı." buyurdular.
Seyyid Taha hazretleri, bir gün camide büyük bir cemaate namaz kıldırmak için ayağa kalkmıştı. Niyetten önce, mübarek sağ elini birden ileri uzattı. Geri çektiğinde bir mikdar su, mübarek cübbelerinin kolundan döküldü. Canlı bir balık da yere düştü ve çırpınmağa başladı. Cemaat hayrette kaldı. Namaz kılındıktan sonra Halife Köse cesaret edip; "Efendim, bu su ve balık nereden geldi?" diye arz etti. Seyyid Taha hazretleri cevaben; "Kızıldeniz'de bir gemi batıyordu. Talebelerimizden birinin; "İmdat ya mübarek hocam!" diye çağırması üzerine, yardım edip, gemiyi düzelttik. Büyüklerimizin himmeti, bereketiyle kurtuldular. Bu su ve balık oradandır." buyurdu.
Sultan Abdülmecid Han zamanında, Müküs kaymakamı Derviş Bey, kaymakamlıktan çıkarılmış, ayrıca yakalandığında hapse atılması emredilmişti. Bu yüzden Derviş Bey, gece gündüz saklanıyor dışarı çıkamıyordu. Sonunda Derviş Beyin hatırına, Arvas'ta Seyyid Fehim hazretleri geldi. Hemen huzuruna gidip, tövbe ettiğini, vazifesine yeniden iade edilmesini ve affedilmesi için Şark bölgesinin askeri idare amiri olan Erzincan müşirine şefaatçı olmasını istedi. Seyyid Fehim hazretleri kendisine sığınan kaymakama; "Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, seyyidimiz ve mürşidimiz hayattadır. Böyle mühim meselelere karışmam doğru olmaz. Seni bir mektupla ona göndereyim. İnşaallah tesirini muhakkak görürsünüz." diye müjde verdi. Kaymakam Derviş Bey, Seyyid Taha hazretlerinin huzuruna varınca, takdim olunan mektubu okudu. Sonra, Seyyid Taha, hemen Erzincan Müşirine şu mealde bir emirname yazdı: "Derviş Beyi sana gönderiyorum. İşini mutlaka yap. Senin de bana bir işin düşerse yaparım vesselam." Mektubu Derviş Beye verdi. Derviş Bey mektubu okudu, tatmin olmadı. Fakat; "Bundan başka çare yoktur." deyip, Erzincan'a yollandı. Bir gece yarısı Erzincan'a ulaştı; "Şimdi bir otele ineyim, yarın Müşirle görüşürüm." deyip, bir otele gitti. Hemen karşısında polisleri gördü. Meğer bütün otellerin kapısındaki polisler, Derviş Beyi bekliyormuş. İsmini sordular. Derviş olduğunu anlayınca, hürmet gösterip; "Hemen Müşir Beye gidelim." dediler. Derviş Bey; "Gecedir, yatıyor, rahatsız etmiyelim." dediyse de, polisler; "Bize verilen emir ve talimat şudur: "Müküs'lü Derviş Bey hangi saatte gelirse, derhal bana getirin, uykuda isem uyandırın." Derviş Beyi hemen götürüp, Müşire haber verdiler. Müşir derhal kalkıp, Derviş Beyin boynuna sarıldı ve; "Bu sekizinci gecedir. Hazret-i Seyyid Taha bir an bile uyku ve istirahatime müsaade buyurmadılar; "Derviş Beyi gönderiyorum, işini mutlaka yap, serbest olsun, aksi takdirde helak olursun." buyuruyor." dedi. Hemen telgrafla Derviş Beyin tahliye edilmesini, affedildiğini, vazifesine iade edildiğini bildirdi. Serbest olarak eski yerine gönderdi. Derviş Bey, dönüşünde teşekkür için Nehri'ye Seyyid Taha hazretlerine gidip, elini öptü; "Sizin yolunuza girip talebeniz olmak istiyorum." deyince, Seyyid hazretleri; "Arvas'a git, Seyyid Fehim Efendi, yapacağın vazifeyi söylesin." buyurdu.
Misafirlerin hizmetiyle vazifeli levazım amiri, bir akşam üzeri Seyyid Taha hazretlerinin huzuruna gelerek; "Efendim! Bu fakir, bu akşam üzeri, bin erkek ve beş yüz kadın misafirin yemeklerini çıkartıp yedirdim. Şu anda beş yüz kişi Nehri'ye girmektedir. Anbarlarda un kalmadı, ne yapayım?" diye arzedince, Seyyid Taha; "Anbarlarda olması lazım." buyurdu. "Efendim, süpürdüm, bir şey kalmadı." deyince; "Bir daha bak." diye emretti. Bunun üzerine amir gidip baktığında, anbarların unla dolu olduğunu hayretle gördü.
Seyyid Taha, Nehri'nin alt tarafında bir değirmen yapmayı düşündü. Bu değirmenin plan ve projesini bizzat kendisi hazırlayıp, yapılışı esnasında talebeleriyle beraber sırtında taş taşıdı. Günlerce çalıştıktan sonra nihayet değirmenin inşası tamamlandı. Değirmen öyle sanatlı, öyle muntazam yapılmıştı ki, hazne kısmına buğday konulduğunda kendiliğinden çalışmaya başlar, haznede buğday bittiğinde de dururdu. Bunu görenler, Seyyid Taha hazretlerinin aklının çokluğuna hayran kalırlardı. Nitekim halifelerinden Seyyid Sıbgatullah şu beyti söylemiştir:
"Gözümüz revak gibi sizin eşiğinizdedir,
Kerem et, kalbime gir; evim sizin evinizdir."
Seyyid hazretleri beyti işitip, iltifatla yanlarına teşrif buyurdu.
Bir kimse şehid olmuş ve büyük bir velinin yanına defnedilmişti. Seyyid Taha onun şehidlik mertebesini görüp; "Bu kimsenin, şu büyük veliden aşağı olduğu söylenemez." buyurdu.
Seyyid Taha hazretleri, kendisini Mevlana Halid-i Bağdadi'ye götüren veli-nimeti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük nimetin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve ruhuna pekçok sevablar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: "Vefat ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyarete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecburiyetinde kalsınlar. Onu da ziyaret ederek mübarek ruhuna sevablar hediye etsinler." (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah'ın kabri girişte idi. Seyyid Taha hazretlerinin kabrine gitmek isteyenin Seyyid Abdullah'ın kabrinin yanından geçmesi lazımdır).
Taha-i Hakkari hazretleri pek yüksek bir veliydi. Nitekim bir defasında Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri; "Beni Seyyid Abdullah ve Seyyid Taha'dan üstün zannetmeyin" buyurmuştu. Meclisinde olanlar; "Efendim, siz ikisinin de hocasısınız" dediler. "Benim onlar yanındaki yerim, bir sultanın çocuklarını yetiştiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın çocukları olduğu için, bu hocadan üstündürler." buyurdu.
Bir gün Seyyid Taha hazretleri Seyyid Sıbgatullah'a buyurdular ki: "Molla Sıbgatullah! Üstada muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstad, kemal mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona marifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izale eder, giderir."
Yine şöyle buyurdu:
"Şah-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esasını Eshab-ı kiramın (aleyhimürrıdvan) yolu üzere kurdu. Onlar Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de, üstada muhabbet yeter."
Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri, Seyyid Taha hazretlerine; "Nefehat gibi bazı kitaplarda, bazı evliya için (kuddise sirruh) bazıları için (rahmetullahi aleyh) deniyor; hikmeti nedir?" diye sual edince, şöyle buyurdu: "Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi kendinde, nefsinden bir şeyler kalanlar içindir. Nefsden tamamen kurtulmak, irşadın şartı değildir. (Rahmetullahi aleyh) denenlerden de bir çoğu, irşad makamına oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup, faydalı olmuşlardır."
Bir halifesine şöyle buyurdu: "Halka önce işaretle muamele et, bu fayda vermezse ibare ile (söz ile) söyle. Bu da fayda vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar bütün "Silsile-i aliyye" büyükleri ondan yüz çevirir."
Bir gün, kendilerine; "Nehri'de sadık talebeniz kimdir?" dediler. "Molla Muhammed Münhani'dir" buyurdu. "O, katı tabiatlıdır." dediler. Bunun üzerine, Mevlana Ahmed Cüzeyri'nin Divan'ındaki şu beyti okudu:
"Ehl-i tarik, makamları seyr ederken renk renktir,
Bir kısmı ilahi cemal, bir kısmı celaldedir."
Çeşitli zamanlardaki sohbetleri sırasında buyurdu ki:
"Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibadeti kendinden bilmek) ile örtüp yok etmeyiniz."
"Bizim yolumuzda ucb ve riya yoktur. Riya ve ucba helal diyen, yolumuzda değildir."
"Bizim yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ulaşır."
Evliyanın vefatından sonra istifade hakkında; "Kılıç kınından çıkmadıkça, (ruh, bedenden çıkmadıkça) kesmez." buyurdu.
"Zikr yapılmaksızın yalnız rabıta ile Hakk'a kavuşmak mümkündür.
Zikr ise, rabıtasız kavuşturucu değildir."
Taha-i Hakkari hazretleri Nehri'de kaldığı kırk iki sene içinde İslamiyetin emir ve yasaklarını insanlara anlatarak onların dünya ve ahirette kurtuluşları için çalıştı. Bütün hocaları gibi İslamın güzel ahlakını yaydı. Siyasete karışmadı. Pekçok veli yetiştirip onlara hilafet verdi. İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi. Halifelerinin en meşhurları şunlardır: Biraderi Seyyid Muhammed Salih, Seyyid Sıbgatullah Arvasi, Seyyid Fehim Arvasi, damadı ve katibi Seyyid Abdülehad, Muhammed Küfrevi, Halife Köse adıyla meşhur olan Şeyh Taha, Molla Resul Sibki, Mevlana Hacı Hakkari, Süleyman Baradusti, Molla Muhammed Munhani Hoşabi, Şeyh Ahmed Meczub. Bunlardan başka halifeleri de vardır.
Seyyid Taha-i Hakkari hazretleri 1852 (H.1269) senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet anında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli damadı Abdülehad Efendiye okuttuktan sonra; "Abdülehad! Şöhret afettir. Artık bizim dünyadan gitmemizin zamanı geldi." buyurdu. Abdülehad da; "Aman Efendim, Şam'dan gelen bu iki mektup nedir ki?" dedi. O gün sohbetten sonra hane-i saadetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmaya çalıştı. Hastalığının on ikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helallaştı, vedalaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Salih hazretlerini çağırttı. Onun için; "Biraderim Salih, kamil, olgun bir velidir. Herkesin başı onun eteği altındadır." buyurdu. Yerine kardeşi Salih hazretlerini halife bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yasin-i şerif tilavetleri arasında, mübarek ruhunu Kelime-i tevhid getirerek teslim eyledi.
Mübarek mezarı Nehri'dedir. Onu seven aşıkları, uzak yerlerden gelerek, mübarek kabrinden fışkıran nurlardan, feyzlerden istifade etmekte, bereketlenmektedirler.
Seyyid Taha-i Hakkari hazretlerinin nesli oğullarıyla devam etmiştir. Seyyid Habib, Seyyid Mahmud, Seyyid Alaeddin ve Seyyid Ubeydullah isimlerinde dört oğlu vardı. Bunlardan Seyyid Habib Efendi, genç yaşta vefat etti. Seyyid Mahmud ve Seyyid Alaeddin Efendilerin de oğulları vardı. Seyyid Taha-i Hakkari hazretlerinin Seyyid Ubeydullah adındaki oğlu, nüfuzunun ve talebelerinin çokluğu ile meşhurdur. Babasının vefatından sonra amcası Seyyid Salih hazretlerinin sohbet ve irşadıyla kemale gelmiş, 1864 senesinde amcasının vefatından sonra irşad makamına oturmuştu. Ehl-i sünnete çok hizmet etti. Seyyid Fehim-i Arvasi hazretleriyle birlikte hacca gitti. Sonra Taif'te ikamete memur edildi. Bir müddet sonra Kabe-i muazzamayı tavaf esnasında iki rekat namaz kılarken secdede vefat etti. Cennet-i Mualla kabristanına defnedildi. Seyyid Ubeydullah Efendinin; Seyyid Reşid, Seyyid Alaeddin, Seyyid Mazhar, Seyyid Abdülkadir, Seyyid Muhammed Sıddik isminde beş oğlu vardı. Bu oğulları vasıtasıyla nesli devam etmiştir.
ELHAMDÜLİLLAH
Seyyid Taha hazretleri zamanında, İran Şahı, Şemdinan'a yakın 145 pare köyü, her şeyi ile beraber Seyyid Taha'ya bağışladı. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğip kaldırdıktan sonra; "Elhamdülillah." dedi. İran şahı ölünce, oğlu bu köyleri geri aldı. Haberi Seyyid Taha'ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra kaldırdı ve; "Elhamdülillah." buyurdu. Eshabından Halife Köse; "Efendim! Köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz. Geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?" diye arzedince; "Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünya malına sevinmediğimi gördüm, bunun için hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında, yine kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim." buyurdu.
SENİN ARADIĞIN ŞEY BU KAPIDA YOKTUR
Musul taraflarında şeyhlik iddiasında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid Taha hazretlerinin yanına gönderdi ve; "Seyyid Taha'ya, sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme!" dedi. O da kalkıp Nehri'ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Taha hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla mescidden sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Taha hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitab edip; "Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur." buyurdu.
BASTON VE DAYAK
Herki aşiretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile ziyaret için Nehri'ye giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; "Herkes abdest alarak Nehri'ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu adeti bozup, abdest almadan gideceğim." dedi. Talebeleri; "Hocam, biz bu adeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim." dedilerse de, Hoca Efendi; "Sanki bu dini bir hüküm müdür? Ben yapmam!" dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düşdü. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilahi baston, onun başına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston kayboldu. O da, böyle söylediğine pişman oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehri'ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergahına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Taha hazretleri; "Herhalde bu bastondan dayak yemişsiniz." buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişman olup, tövbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız bizim için önemlidir.