Sayfalar

9 Mayıs 2012 Çarşamba

23- İmâm-ı Ahmed Rabbânî

İmam-ı Ahmed Rabbani hazretleri, Hindistan'da yetişen en büyük veli ve alim. Ariflerin ışığı, velilerin önderi, İslamın bekçisi, müslümanların baştacı, müceddid, müctehid ve İslam alimlerinin gözbebeğidir. İnsanların itikad, ibadet ve ahlak hususunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızasına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslam alimlerinin yirmi üçüncüsüdür.
İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'abidin'dir. Lakabı Bedreddin, künyesi Ebü'l-Berekat'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. İmam-ı Rabbani, Rabbani alim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kamil, olgun alim demektir. Hicri ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddid-i elf-i sani", ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Faruki" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendi" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi'dir. (kuddise sirruh)
Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük alimleri, salih ve faziletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı. Gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu göstermek için seyahat ettiği sıralarda, Hindistan'ın meşhur kasabalarından Skendere'ye gitmişti. O memleketten asil bir aileye mensub saliha bir hanım, firasetiyle Abdülehad Efendinin mübarek bir zat olduğunu anlayıp, ona; "Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kız kardeşim vardır. Böyle saliha bir kızın sizinle nikahlanmasını arzu ediyorum. Bu ricamı kabul edeceğinizi umarım." diye haber gönderdi. Abdülehad Efendi bir müddet düşündükten sonra teklifi kabul edip, o kızla nikahlandı. Bu evliliklerinden İmam-ı Rabbani hazretleri doğdu. 

İmam-ı Rabbani hazretleri çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir üzüntü hasıl olup, vefat edeceğini zannetmişlerdi. O zamanın meşhur velilerinden ve Abdülkadir-i Geylani'nin yolunun büyüklerinden Şah Kemal Kihteli Kadiri'ye götürüp duasını istediler. Şah Kemal Kadiri, İmam-ıRabbani'yi görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına; "Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle amil, büyük bir alim ve eşsiz bir veli olacak." demiş ve çocuğun elinden tutup, öpmüştü. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin feyzi ve nuru, mübarek vücudunu kapladı.
Şah Kemal Kadiri, İmam-ı Rabbani hazretleri hakkında çok güzel ve büyük müjdeler verdi. İmam-ıRabbani yedi-sekiz yaşlarında iken Şah Kemal Kadiri vefat etti.
İmam-ı Rabbani hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur'an-ı kerimi bülbül gibi okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur alimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri'den ilim öğrendi. Mevlana Kemaleddin meşhur alim Abdülhakim-i Siyalkuti'nin de hocası olup, zamanının en yüksek alimi idi. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Yakub-ı Keşmiri'den okudu. Kadı Behlul-i Bedahşani'den; hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.
Bu sırada; Risalet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revafid, İsbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, sür'at-i intikali, zekasının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.
Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevazusu ile birlikte kalbi, Ahrariyye, Nakşibendiyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Baki-billah'ın talebelerinden olan Mevlana Hasan Keşmiri ile görüştü. Mevlana Hasan Keşmiri, onu hocasının huzuruna götürüp, tanıştırmak istedi ve; "Bugün Ahrariyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zat yoktur. Taliblerin onun bir nazarıyla bakışıyla kavuştukları manevi derecelere günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyazetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir." dedi.
İmam-ı Rabbani hazretleri, daha önce babası Abdülehad'dan da Ahrariyye yolunun ve bu yolda bulunanların üstünlüklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hallerini bildiği için; "Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir alimden, bu büyükler yolunun zikr ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muhammed Baki-billah'ın huzuruna gitti. Huzuruna girince kalbinde bir nur parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Kalbi şimdiye kadar hiç duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifade etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün huzuruna gelip, Ahrariyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı. Edeble ve can kulağı ile sözlerine ve hallerine bağlandı. Böylece Kabe'ye gitmekten vazgeçip, Kabe sahibini istedi. Üstadının da lütuf ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hallere kavuştu.
İmam-ı Rabbani hazretleri, Muhammed Baki-billah'ı tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hallerine bağlandı. Birkaç ay sonra, hocası Muhammed Baki-billah ona icazet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hallerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: "Kalblere deva, ruhlara şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemale gelmesi için uğraştım. O (İmam-ı Rabbani), her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım."
İmam-ı Rabbani hazretleri, memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me'arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, alim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok alim ve veli yetiştiriyordu. Allahü teâlâ ona öyle manevi ilimler ihsan etmişti ki hocası Baki-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzuruna gelir, hürmetle otururdu. Hatta bir gün geldiği zaman, İmam-ı Rabbani'yi kalbi ile meşgul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; "Rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmam-ı Rabbani hazretleri kalkıp; "Kapıda kim var?" deyince üstadı; "Fakir Muhammed Baki." dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevazu ile karşıladı.
İmam-ı Rabbani hazretleri bir müddet Serhend'de talebe yetiştirmekle meşgul olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocası Muhammed Baki-billah'ı ziyaret için Delhi'ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hallerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hallere, faziletlere kavuşmasına rağmen, hocası Muhammed Baki-billah'a yapılması mümkün olmayan bir edeble davranıyordu. Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "Hace Hüsameddin Ahmed'den işittim. Hocam İmam-ı Rabbani'yi medhedip övdükten sonra; "Mertebesi yüksek, fazileti çok olmakla beraber, edebe riayette, hocamız Muhammed Baki-billah'ın talebelerinden hiçbiri, İmam-ı Rabbani hazretleri gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasib oldu." buyurdu.
İmam-ı Rabbani hazretleri şöyle buyurmuştur. "Biz dört kişi, hocamız Muhammed Baki-billah'a hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı.Bu fakir yakinen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cem'iyyet, terbiye ve irşad kaynağı, Peygamber efendimizin zamanından sonra dünyada çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resulullah efendimiz zamanında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed Baki-billah hazretlerinin saadetli sohbetinden de mahrum kalmadık. Bunun için bu büyük nimetin şükrünü yerine getirmek lazımdır. Onun huzurunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu."
İmam-ı Rabbani hazretleri, hocası Muhammed Baki-billah hazretlerinin ikinci defa huzuruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha taliblere, isteklilere feyz vermekle meşgul oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hallerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defa hocasını ziyarete gitti. Bu ziyaretinden sonra Delhi'den Serhend'e dönüp birkaç gün kaldı ve Lahor'a gitti. Lahor şehrinde herkes, İmam-ı Rabbani hazretlerinin teşrifini büyük bir ganimet bildi. Talebelerinin en meşhurlarından olan; Mevlana Muhammed Tahir, Hace Muhammed, Mevlana Esgar Ahmed ve Mevlana Ravh Hüseyin gibi zatlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmam-ı Rabbani hazretleri Lahor'da bulunduğu sırada, oranın meşhur alimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice bilinmeyen ve çözülmesi zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.
İmam-ı Rabbani hazretlerinin Lahor'daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Baki-billah'ın vefat haberi geldi. Kalblerdeki huzur ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haber üzerine, hemen Delhi'ye gidip mübarek mezarlarını ziyaret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine taziyede bulundu. Muhammed Baki-billah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzurlarına gelip, Muhammed Baki-billah'a gösterdikleri gibi, İmam-ı Rabbani hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabul edip bağlandılar.
İmam-ı Rabbani hazretleri, hocası Muhammed Baki-billah'ın her sene, vefat ettiği ay olan Cemazil-ahir ayında Serhend'den hocasının nurlu kabrini ziyarete gider ve tekrar Serhend'e dönerdi. İki üç defa da Akra'yı teşrif etti. Bundan başka Serhend'den ayrılıp başka bir yere gitmedi. Ancak, hayatının sonuna doğru, zamanın sultanının ısrarı üzerine, iki-üç sene kadar bazı beldelerde askerlerin arasında bulundu. Bunda da birçok hikmetler vardı. O yerlerin halkı bu vesile ile onun sohbetlerinde bulundular. Bereketli nazar ve teveccühlerine kavuşup, nasiblerini aldılar.
İmam-ı Rabbani hazretleri, Serhend'e döndükten sonra, Kadiri tarikatının büyüklerinden olan Şah Kemal Kadiri'nin ruhaniyetinden de icazet almakla şereflendi. Bu icazeti şöyle olmuştur: Bir sabah İmam-ı Rabbani hazretleri talebeleri ile murakabe halinde iken, Şah Kemal'in torunu ve onun bütün kemalatının vekili olan Şah İskender, Kehtel'den gelip, Şah Kemal'in bereketli hırkasını İmam-ı Rabbani hazretlerinin mübarek omuzuna koydu. İmam-ı Rabbani gözlerini açınca, Şah İskender'i gördü. Tam bir tevazu ile boyunlarına sarıldı. Şah şöyle dedi: "Birkaç zamandır, hal ve rüyamda dedem Şah Kemal'i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek bana çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lazım oldu." İmam-ı Rabbani, o hırkayı giyip hususi odasına gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi: "Hazret-i Şah Kemal'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hal zahir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkadir-i Geylani'yi, hazret-i Şah Kemal'e kadar devam eden bütün halifeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbani Abdülkadir-i Geylani kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve hususi nisbetlerinin ve yollarının nurları ve esrarı beni kapladı. Bense, o hallerin ve nurların denizine gömülüp o denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu halde kaldım. O hallerin beni kapladığı zamanda kalbime; "Beni Ahrariyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esası bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor." diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrariyye yolunun büyüklerinin, hace-i cihan HaceAbdülhalık-ı Goncdüvani'den hocam HaceBaki-billah'a kadar bütün halifelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icraatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrariyye büyükleri; "Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hale ve kemale erişti. Siz ona ne hakla karışabilirsiniz?" dediler. Kadiri büyükleri (Rahimehümüllah) da; "Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nimet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir." dediler.
Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemaat geldi. Böylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir şevk buldum." İmam-ı Rabbani hazretleri tasavvufda, bu yolların hepsinde talebe yetiştirip feyz verdi.
İmam-ı Rabbani hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam alimi ve büyük bir mürşid-i kamildir. Peygamber efendimizin vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak, İmam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı batıldan ayırıp, çok kalblerden batılı kaldırdı. Bu yüce İmam'ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allahü teâlâ onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.
İmam-ı Rabbani hazretlerinin dine yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delillerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet itikadının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid'atlerin kalktığını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftira etmeye başladılar.
Bunun için bazı kimselerin cefa oklarına, eziyet ve iftiralarına hedef oldu. Nice alimlerin, fadılların, kamillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrafına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı. İmam'ı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Mesela, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami gibi büyük meşayihi aşağı görüyor diyerek, cahil tabakayı aldattılar. Yüksek meşayihin bildirdiği vahdet-i vücudu inkar ediyor, diyerek, görüşü kısa kimseleri İmam'dan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; "Meşayih-i izamı inkar ediyor, Allahü teâlânın marifetine vasıtasız olarak kavuştum diyor." dediler. Çeşit çeşit iftiralarda bulundular.
O zamanın sultanı Selim Cihangir Hanın devlet adamları, hatta büyük veziri, baş müftisi ve etrafındakiler Ehl-i sünnet düşmanı idiler. Halbuki İmam-ı Rabbani hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revafıd Risalesi, Eshab-ı kiram düşmanlarını red etmekte, böylelerinin cahil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktaydı. İmam-ı Rabbani bu risalesini Buhara'da bulunan en büyük Özbek hanı Abdullah Hana yollamıştı. "Bunu İran'da, Şah Abbas-ı Safevi'ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur." demişti. Kabul etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, Herat'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı. Buralarını daha evvel Safeviler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar, Eshab-ı kiram düşmanları elele verdiler. Sultana gidip İmam-ı Rabbani hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikayet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihan'ı gönderip, İmam-ı Rabbani hazretlerini, evladlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeğe karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müfti ile yanına gitti. Sultana secde caiz olduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. İmam-ı Rabbani'nin üstünlüğünü biliyordu. "Babama secde edersen seni kurtarabilirim." deyince, İmam-ı Rabbani hazretleri bu fetvanın zaruret zamanında izin olduğunu, azimet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeği kabul etmedi. Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultana güzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yüksek hakikatleri anlıyabilecek birisi olmadığı halde, neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hatta, sultana kendisine yapılan iftiraların asılsız olduğunu açık delillerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hinduların büyük bir kumandanı, İmam-ı Rabbani hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu.
Sultanın ikna olduğunu gören iftiracı sapıklar; "Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir." diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultanı aldattılar. Sultan, İmam-ı Rabbani hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guwalyar Kalesi'ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hadiseye çok üzülen talebeleri sultana isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat İmam-ı Rabbani hazretleri onları rüyalarında ve uyanık iken bundan men etti. Sultana hayır dua etmelerini emredip; "Sultanı incitmek bütün insanlara zarar verir." buyurdu. Kendisi de sultana hep hayır dua ediyordu. Sultanın veziri, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, İmam-ı Rabbani hazretlerinin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti.Bu görevli ise ondan çeşitli kerametler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hatta neşe görerek tövbe etti. Bozuk itikadını terkedip Ehl-i sünneti seçti ve halis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendi. Birçok günahkar tövbe etti. Hatta bazıları yüksek alim oldu. İmam-ı Rabbani hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikram ve ihsan eyledi. Hatta halis talebesinden ve sadık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hallerin ve makamların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmam-ı Rabbani hazretleri önceleri; "Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makamlar vardır. Onlara yükselmek celal sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim." buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; "Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belalar yağacak." buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makamlara da yükselmek nasib oldu.
İmam-ı Rabbani hazretlerini hapsettiren Selim Cihangir Hanın oğlu Şah Cihan, padişah olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalbden kendisine bağlı olduğu halde zafer kazanamadı. O zamanın velilerinden birine halini anlatıp dua istedi. O veli dedi ki: "Senin zafer kazanman için vaktin dört kutbunun sana dua etmesi lazımdır. Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe razı değildir. O da İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani hazretleridir. Şah Cihan, İmam'ın huzuruna gelip dua etmesi için yalvardı. Fakat, İmam-ı Rabbani onun babasına karşı gelmesine mani olup nasihat etti. "Babana git, elini öp, gönlünü al, yakında vefat edecek, saltanat sana kalacaktır." diye müjde verdi. Şah Cihan emirlerini dinleyip arzusundan vazgeçti. Bir zaman sonra 1627 (H.1037) de babası vefat edince saltanata kavuştu.
Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda fasık ve facir onun güzel hallerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek salih müslüman oldu. Uzaktan yakından pek çok kimse, rüyada ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Alim, salih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzurundaki pek çok talebeyi hallere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerametleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerametlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmiştir.
Zamanının alimleri, İmam-ı Rabbani hazretlerine "Sıla" ismi ile hitab ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslamiyetten ayrı bir şey olmadığını İslamiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadis-i şerifte; "Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennet'e girer." buyrularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadis-i şerif, İmam-ı Süyuti'nin Cem'ül-Cevami kitabında vardır. İmam-ı Rabbani hazretleri bir mektubunda; "Beni iki derya arasında "Sıla" yapan Allahü teâlâya hamd olsun." diye dua etmiştir. Eshabı, talebeleri ve sevenleri arasında "Sıla" ismiyle meşhur olmuştur. Hadis-i şerifte müjdelenen "Sıla" ismini ondan evvel hiç kimse almamıştır.
İmam-ı Rabbani hazretleri, Müceddid-i elf-i sanidir. Yani hicri ikinci binin müceddididir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir resul gönderilirdi, yeni din öncekini değiştirip, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebi gelir, din sahibi peygamberin dinini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadis-i şerifde, bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslam dinini kuvvetlendiren bir alim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslam dinini her bakımdan ihya edecek, dine sokulan bid'atleri temizleyip, asr-ı seadetteki temiz haline getirecek, zahiri ve batıni ilimlerde tam varis, alim ve arif bir zatın olması lazımdı. Hadis-i şerifler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmam-ı Rabbani hazretleri yapmıştır.
Bütün İslam alimleri, bu zatın İmam-ı Rabbani hazretleri olduğunda ittifak etmişlerdir. Peygamberimizden tam bin sene sonra ilim ve irşad kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı Resulullah'ın nurları ile aydınlattı. Bid'atleri temizleyip İslam dinini ihya etti. Onun zamanında Hindistan'da ve hatta bütün İslam aleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücudu anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu.Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok cahil, büyüklerin sözlerinin manalarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslamiyete karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslamiyetin hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmam-ı Rabbani hazretleri başta vahdet-i vücud bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok meseleyi gayet açık bir şekilde izah ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid'atlerden temizledi. Hakkı batıldan ayırıp, Peygamberimizin hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet itikadını her yere yaydı. Genç-ihtiyar herkes ve birçok alim onun etrafında toplandı. Kendisine ilk defa (Müceddid-i elf-i sani) ismini veren, zamanının en büyük alimlerinden Abdülhakim-i Siyalkuti'dir. O zamanın diğer büyük alimleri de onu medhedip övmüşlerdir.
Hace Muhammed Baki-billah'ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek alimlerden olan Seyyid Mir Muhammed Numan diyor ki: "İmam-ı Rabbani'ye tabi olmağı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nuruna karşı duruyor." dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen, Ahmed'i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nuru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir." buyurdu.
Belh şehrinde bulunan Mir Muhammed Mü'min Kübrevi, talebesinden birini, İmam-ı Rabbani'nin huzuruna gönderdi. İmam-ı Rabbani'nin huzuruna varınca; üstadından, Seyyid Mirekşah' dan, Hasan-ı Kubadani veKadı'l-kudat Tulek'den selam getirdi ve; "Üstadım Mir Muhammed Mü' min buyurdu ki: "İhtiyarlığım mani olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifade eder, ölünceye kadar hizmetçilik ederdim. Kimseye nasib olmıyan nurları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakiri, huzurunda bulunan temiz talebesi gibi kabul buyurmasını ve mukaddes nurlarından ruhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim için de mübarek elini öp!" dedi." deyip, İmamın bir daha elini öptü. Veda edip ayrılırken de; "Belh şehrindeki azizler, kendilerine, yüksek hakikatleri bildiren mektuplarınızdan göndermenizi istirham ettiler." dedi. Bunun üzerine İmam-ı Rabbani bir mektup yazıp, diğer birkaç mektupla beraber verdi.
İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinin meşhurlarından olan Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Hazret-i İmam'ın huzurunda oturuyordum. Onlar marifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helaya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helaya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. "Bunun sebebi nedir?" dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile helaya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Halbuki, o nokta Kur'an-ı kerimin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru görmedim ve edeb dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim."
İmam-ı Rabbani hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyatının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftabih yani fıkıh alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh alimlerinin caiz dediği, bazılarının mekruh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır." buyururdu.
İmam-ı Rabbani hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zat şöyle anlatmıştır: "İmam-ı Rabbani hazretlerinin biraderi, Sürunç beldesindeydi. Ona bir mektup yazıp huzuruna gelmesini istemişti. Mektubu götürmek için beni vazifelendirdi. Yola çıkarken selametle gitmem için dua edip Fatiha okudu ve bana buyurdu ki: "Yolda "Kureyş suresini" çok oku ki tehlikelerden korunasın. Şayet yolda müşkil bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!" Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Sürunç'a iki menzillik yol kalmıştı. Fakat önümüzde dehşetli bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tazeledim ve iki rekat namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmam-ı Rabbani hazretlerinin; "Bir müşkil ile karşılaşırsan beni hatırla!" emri hatırıma geldi. Kendi kendime; "Ey hocam! Allahü teâlânın izniyle imdadıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!" dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmam-ı Rabbani hazretleri gözüküverdi ve arslana, benden uzaklaşması için, eliyle işaret etti. Arslan kaçarak uzaklaşıp gitti. Bu hadiseyi yanımdaki arkadaşlar da gördü. Bana; "Böyle bir anda imdadına yetişen bu büyük zat kimdir?" dediklerinde; "İmam-ı Rabbani hazretleridir." dedim. Onlar da bu hadise üzerine, İmam-ı Rabbani hazretlerini çok sevenlerden oldular."
Şeyh Muhammed'in İsfehan'dan gelirken yolculukta atından heybesi düşmüştü. Farkına varınca, atını kafiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kafileden ayrıldı. Şuraya da, buraya da bakayım diyerek ararken aradan çok zaman geçti. Kafile gözden kayboldu. Kafileden uzak kaldı. Çöl ve dağdan başka hiçbir şey göremiyordu. Yolu kaybedip şaşkın, perişan bir halde, çaresizlik içinde ağlayarak etrafta koşuyordu. Fakat kafileden bir eser göremiyordu. "Buralarda ölüp gideceğim, yolumu şaşırdım." diye düşünüyordu. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldı. Tam bir yalvarışla dua edip, hocası İmam-ı Rabbani hazretlerinin imdadına yetişmesini istedi. O anda İmam-ı Rabbani hazretleri bir at üzerinde karşısına çıkıverdi. Yanına yaklaşıp durdu ve; "Elini ver!" buyurarak elinden tutup onu atın terkisine bindirdi. Sonra atı süratle sürüp, aradığı kafileye yaklaştı. O, kafileyi uzaktan görünce attan indirip; "Hadi git!" buyurdu. Kafileye ulaştı. İmam-ı Rabbani hazretleri gözden kayboldu, bir daha göremedi.
Serhend kadılarından birinin oğlu, İmam-ı Rabbani hazretlerinin sohbetinde bulunanlardan ve sevenlerindendi. Bu genç bir defasında çok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabibler hastalığına deva bulamadılar. Bunun üzerine İmam-ı Rabbani hazretlerine bir mektup yazıp, yalvararak, içinde bulunduğu şiddetli hastalıktan kurtulması için dua istedi. İmam-ı Rabbani hazretleri mektubuna cevap yazıp; "Biz seni himayemize aldık, bu hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını hoş tut." buyurdu. O genç İmam-ı Rabbani hazretlerinin teveccühü ve duası bereketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Sonra tekrar sohbetine devam etmeye başladı. Bu hastalıktan kurtulduktan sonra halini zevk ve şevkle anlatıp, bağlılığını dile getirdi.
İmam-ıRabbani hazretlerinin eski talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Küçüklüğümde Kur'an-ı kerimi ezberleyip hafız olmuştum. Sonra Serhend'den İlahabad'a gittim. Zamanla işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hafızlık kalmadı ve bu hal üzere aradan birkaç yıl geçti. Sonra memleketim Serhend'e döndüm. Bu sırada Ramazan-ı şerif ayı idi. Serhend'e geldiğimde İmam-ı Rabbani hazretleriyle görüşünce bana; "Hafız! Teravih namazını, hatim ile kıldır!" buyurdu. Kur'an-ı kerimin ezberimde kalmadığını, hafızlığımı kaybettiğimi söyledim. Fakat; "Okuyacaksın!" buyurdu. Üç defa halimi arzedip; "Bende hafızlık kalmadı." dedimse de kabul etmediler. Çaresiz emre uydum. Teravih namazını kıldırmak üzere imam oldum. İmam-ı Rabbani hazretlerinin himmeti ve emirlerinin bereketi ile, unuttuğum halde ilk gün yirmi bir cüz'ü ezberden okumak suretiyle teravih kıldırdım. İmam-ı Rabbani hazretleri kıyamda dinledi. Diğer cemaat uzun müddet kıyamda durmaya güç yetiremedi. İkinci gün teravihde hatmi tamamladım. Bende hafızlık kalmadığı halde böyle okuyabilmem, İmam-ı Rabbani hazretlerinin bereketi ile idi."
İmam-ı Rabbani hazretlerinin yakın talebelerinden, Şehzade Veliahd'ın hocası Mirek Şeyh şöyle anlatmıştır: "Ben önceleri İmam-ı Rabbani hazretlerini sevenlerden değildim. Çünkü, "Kendini hazret-i Ebu Bekr'den üstün görüyor." diye bir iftira yayılmıştı. Bu sıralarda Hindistan'a gitmiştim. Serhend şehrine varınca eski dostlarımdan biriyle karşılaştım. Bu arkadaşım önceden çok kötü bir insandı. Fakat bu defa onu çok iyi ve üstün bir halde, takva sahibi gördüm. Yüzünde bir nur vardı. "Sen böyle değildin bu hal nedir?" dedim. Cevap olarak; "Ben İmam-ıRabbani hazretlerinin hizmetine ve sohbetine girdim, devamlı huzurundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu nimete kavuştum." dedi. Bunun üzerine ben ona; "Senin bahsettiğin zat kendinin hazret-i Ebu Bekr'den üstün olduğunu yazmış. Onun sohbetinin tesir ve faydası olur mu?" dedim. Arkadaşım ben böyle deyince; "Asla! Binlerce asla! Bilmeden, anlamadan inkar etme! O yeryüzünün kutbudur. Eğer sen onu görüp sohbetine kavuşsaydın, hakkında söylenilen bu iftiranın asılsız olduğunu anlardın." dedi. Fakat bendeki şüphenin çokluğu sebebiyle; "Görmek istemiyorum." dedim. Arkadaşım bana İmam-ı Rabbani hazretlerinin huzuruna gidip onu görmem için çok ısrar etti. Mutlaka görmemi ve bu yanlış düşünceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar üzerine İmam-ı Rabbani hazretlerinin huzuruna gitmeye karar verip kendi kendime; "Eğer şu üç şeyden bahsedip beni ikna ederse onu sevenlerden olurum." dedim. Kendi kendime cevabını almak üzere hazırladığım üç sualden birincisi, hakkında kendini hazret-i Ebu Bekr'den üstün görüyor diye söylenilen iftiraya cevap vermesi, hemen bu mevzuyu açıp bu hususta benim şüphelerimi giderip tam ikna etmesi idi. İkincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi, üçüncüsü de HaceHavend Mahmud'dan anlatması idi. Bu karardan sonra arkadaşımla beraber, İmam-ı Rabbani hazretlerinin huzuruna gittik. Onu uzaktan görür görmez bütün azalarım heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve titreyerek huzuruna yaklaştım. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra yastığının altından bir mektup çıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği bu mektubu okuyup öyle bir izah yaptı ki, hakkında yapılan ve kendini hazret-i Ebu Bekr'den üstün görüyor diyenlerin iftiralarına cevap verip açıkladı. Benim bu hususta artık hiç şüphem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttuğum ikinci meseleye geçip; "Mevlana Mirek! Senin baban şöyle şöyle bir zat, deden de şöyle şöyle bir zat ve senin ecdadının şerefi şöyledir." diyerek medhetti. Ayrılmak üzere kalktığımızda veda ederken, üçüncü olarak tuttuğum Hace Havend Mahmud'dan bahsetmedi diye geçti. Tam bu sırada yüzünü bana dönüp; "Hace Havend bizim Pirzademizdir ve cezbe sahibidir." buyurdu. Bir sohbetinde bu üç kerametini gördüm."
Yine Can Muhammed Celenderi, Acin'de görüştüğü o seyyid zata şöyle anlatmıştır: "İmam-ı Rabbani hazretlerinin yanında talebe iken, bir gün akşama doğru İmam-ı Rabbani hazretleri bana; "Sana bir iş söylesem yapar mısın?" buyurdu. "Canım feda olsun yapmaz olur muyum!" dedim. Bunun üzerine benim elime yazılı bir kağıt verdi ve buyurdu ki: "HafızRahne'nin bahçesine git, orada bir grup derviş oturuyor. Onların yanına var. Aralarından güzel yüzlü bir dervişin onlardan geride bulunduğunu göreceksin. Bu dervişin yanına git, ona bizim dua ettiğimizi söyle. Bu kağıdı ona ver ve buraya gelmesini bildir." Emri üzerine derhal söylediği yere gittim. Tarif ettiği şekilde dervişlerden bir cemaat ve bu cemaatten biraz geride oturan güzel yüzlü bir derviş gördüm. O da beni gördü ve görür görmez bana; "Seni İmam-ı Rabbani hazretleri mi gönderdi?" dedi. Evet deyip elimdeki kağıdı verdim. İmam-ı Rabbani hazretlerinin dua ettiğini ve çağırdığını söyledim. Ben böyle deyince kalkıp, benimle yola koyuldu.
İmam-ı Rabbani hazretlerinin huzuruna girdiğimizde bir köşede oturuyordu. Çağırıp geldiğim zat da başka yere oturdu. Bu sırada İmam-ı Rabbani hazretleri kahve getirmemi söyledi. Hemen koşarak dergahtaki kahve pişirilen yere gittim. Kahveyi alıp getirdim. Önce İmam-ı Rabbani hazretlerine sundum. "Ona götür." buyurarak misafire vermemi istedi. Ona götürmek üzere yüzümü o tarafa döndüm. Onu da İmam-ı Rabbani hazretlerinin suretinde gördüm. Bu sefer o, önce İmam-ı Rabbani hazretlerine götürmemi söyledi. Dönüp baktım, İmam-ı Rabbani hazretleri yerinde oturuyordu. Huzuruna çağırıp geldiğim derviş, İmam-ı Rabbani hazretlerinden beni sordu. O da; "Bu Celender'dendir. İsmi, Can Muhammed'dir" dedi. Bunun üzerine o derviş; "Babası bizim tanıdıklarımızdandır. Bunu hangi tarikatta yetiştiriyorsunuz?" deyince; "Kadiriyye silsilesinden" buyurdu. Bunun üzerine o zat; "Allahü teâlâya hamd olsun. Onu Seyyid Abdülkadir-i Geylani'ye kavuştururuz." dedi. Bu sırada İmam-ı Rabbani hazretleri dışarı çıkmak üzere kalktı ve benden bir ibrik su istedi. Hemen hazırladım. Dışarı çıktığında bana kutup yıldızını göstererek; "Can Muhammed! Kutup yıldızını biliyor musun?Bu mudur değil midir? Dikkatli bak!" buyurdu. Dikkatli baktım kutup yıldızından, üzerinde siyah hırka bulunan bir zat çıktı ve ok gibi bir anda yanımıza geldi. İmam-ı Rabbani hazretleri bana, "Huzuruna yaklaş! O, Abdülkadir-i Geylani'dir! Ona intisab et, bağlan." dedi. Bu emre uyarak hemen huzuruna yaklaştım, benim kendisine intisabımı (talebeliğimi) kabul etti. Sonra tekrar kutup yıldızına doğru gidip kayboldu. Bu sırada İmam-ı Rabbani hazretleri, abdest aldıktan sonra mescide girdi. İmam-ı Rabbani hazretlerinin beni göndererek çağırdığı derviş de yanımdaydı. Bana; "Abdülkadir-i Geylani hazretlerini gördün mü?" dedi. Ben de "Evet" dedim."
Bu hadiseyi Can Muhammed Celenderi'den naklen anlatan seyyid zat şöyle anlatır: "Ben bunları Can Muhammed Celenderi'den dinledikten sonra ona dedim ki: "Bu kadar kıymetli şeylere kavuştuktan sonra neden ticarete dalıp da dergahtan uzak kaldın?" O da bana; "Acaib bir hikayedir. Ben, İmam-ı Rabbani hazretlerinin huzurunda talebe iken akrabalarım gelip, beni götürmek istediler. "Buna müsaade et, biz bunu kethuda (ticaret reisi) yapacağız" diye ısrar ettiler. İmam-ı Rabbani hazretleri bana; "Git kethuda ol" buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tekrar gelip, ısrarla beni istediler. "Git" buyurdu. Ben yine gidemedim. Akrabalarım kalabalık bir halde tekrar geldiler, beni götürmek için ısrar ettiler. İmam-ı Rabbani hazretleri bu halden rahatsız oldu. Bir gün bir şey yiyordu. Kendi ağzından yediği şeyin bir parçasını koparıp benim ağzıma verdi. Onu ağzıma alır almaz halim değişdi. Dünya işlerini düşünür hale dönmüştüm. Bu sefer çaresiz beni götürmek için gelip ısrar eden akrabalarımla gittim. Ticarete başlayıp, kethuda oldum. Bundan sonra ticaretle uğraştım. Fakat hocam İmam-ı Rabbani hazretlerini unutmadım. Ona bağlılığımı kesmedim. Her ne zaman buraya gelsem, ziyaret edip görüşürüm, sohbetinde bulunurum" dedi."
İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerindenMevlana Muhammed Emin, bir gün, hocasına şöyle arzetti: "Nevabşir Hace, asil ve şerefli bir aileye mensubtur. Babası ve dedeleri evliyadandı. Fakat Nevabşir Hace çok içki içiyor ve haram işlerle meşgul oluyor. Islahı için bir teveccüh buyurunuz. Bu bir komutandır. Eğer tövbe etmek nasib olursa onun sebebiyle askerlerden pekçok kimse de kurtulur, salih kimselerden olurlar." Bunu arzedince İmam-ı Rabbani hazretleri sükut etti. Yine bir defa aynı şey arzedilince İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: "Ey Mevlana Muhammed! Nevabşir Hace'nin haline teveccüh ettim. Onu haramlar ve günahlar içinde gördüm. Onu bu kötü halden kurtarmak için çok teveccüh ettim, uğraştım. Elim ona ulaşmadı. Fakat sonunda onu kendimize çekeceğiz." buyurdu. Aradan uzun zaman geçti. Hakkında böyle buyurduğu o kimse, içki içmeyi ve haramları terkedip tövbe etti. Sonra ibadet ve taatla meşgul oldu.
Bu zat bir defasında Serhend şehrinden başka bir şehre gitmişti. Serhend'e dönüşünde hastalanıp vefat etti. Oğulları onu İmam-ı Rabbani hazretlerinin türbesi yanında bir yere defnettiler. Böylece İmam-ı Rabbani hazretlerinin; "Sonunda biz onu yanımıza çekeceğiz." buyurmasının hikmeti anlaşıldı."
Birgün İmam-ı Rabbani hazretleri hastalanmıştı. Hastalığı sırasında yemek için on bir tane üzüm istedi. Hizmetçi üzümleri getirince, İmam-ı Rabbani hazretleri murakabeye daldı.Bir müddet sonra başını kaldırıp; "Çok garib bir hal gördüm. Bu üzümleri önüme koydukları zaman, hepsinin, Allahü teâlâya münacaat ettiklerini, yalvardıklarını işittim. Allahü teâlâ üzümlerin münacaatını kabul etti ve hastalıktan kurtulmağı bunları yemeğe bağlı kıldı." buyurdu. Bu üzümlerden birkaç tane yeyince hastalıktan eser kalmadı. Geri kalan üzümleri de sakladı. Bir müddet sonra küçük oğlu hastalandı. Bu hastalığa dayanamayacak bir hal alınca o üzümleri yedirdiler. Onun da hastalığı geçti."
Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Bir gün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hadiseyi anlattı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin büyük bir kerametini görmüştü. Dedi ki: "Hazret-i Ali'ye karşı savaşanları, hele hazret-i Muaviye'yi sevmezdim. Bir gece senin üstadın İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İmam-ı Enes bin Malik buyurdu ki: "Hazret-i Muaviye'yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebu Bekr'i ve hazret-i Ömer'i sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezayı vermek lazımdır." yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. Mektubat'ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rüyamda, senin o büyük üstadın öfkeli ve kızgın bir halde yanıma geldi. İki mübarek elleri ile kulaklarımı çekti ve; "Ey cahil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zata götüreyim de gör! Resulullah efendimizin eshabını sevmediğin için, aldandığını ondan işit." buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzak'ta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nur yüzlü, büyük bir zat oturuyordu. Çekinerek ve saygı ile o zata selam verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler söylüyor, beni gösteriyordu." Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstadın İmam-ı Rabbani, kalktı. Beni çağırdı. "Bu oturan zat, hazret-i Ali'dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor." dedi. Yanlarına gidip, selam verdim. "Sakın, sakın! Resulullah efendimizin eshabına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, asla kötüleme. Aramızda muharebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; "Bu zatın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasihatı dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu hususdaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu halimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; "Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!" dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Halbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu halden vazgeçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rüyanın, o sözlerin tadı, beni başka hale soktu. Kalbimde Allah'tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmam-ı Rabbani'ye ve onun yazdıklarındaki marifete inancım iyice arttı."
Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "İmam-ı Rabbani hazretlerinin makbul talebelerinden olan, yüksek yaradılışlı bir azizden işittim, şöyle buyurdu: "Mühim bir iş için Lahor şehrinden, Burhanpur'a gitmiştim. Serhend'e gelip, hazret-i İmam'ın ellerini öpmekle şereflendiğim zaman hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddüd ediyorum. İmam-ı Rabbani hazretleri; "Çok mühim bir işin var, muhakkak gitmelisin, inşaallah hayırlısı olur." buyurdu. Emirlerine uyarak yola çıktım. İki üç konak gidince hastalığım arttı. Bir gece böyle devam etti. Bu hastalığın şiddetli zamanında kendi kendime; "Onlar bana; "Gidin bunda hayır vardır" buyurdu dedim."Halbuki hastalığım çok arttı. Bu düşünceden sonra bu hastalığın ateşi ve sıkıntısı esnasında, İmam-ı Rabbani hazretlerini rüyada gördüm. "Hiç üzülme, şifa bulacaksın yola devam et." buyurdu. Sabah olunca, hastalık tamamen geçti. Delhi'ye gelince, orada bir dostum bana Hare (bir şehir) helvası ikram etti. Bunu yiyince, yeniden hastalandım. Yatağa düştüm ve İmam-ı Rabbani hazretlerinin kerem ve teveccühüne kavuşmak için yalvarmağa başladım. İki gün geçmeden, hazret-i İmam'ın huzurunda bulunan, eski ve samimi dostlarımdan biri, aniden kapıdan içeri girdi. "Hayırdır inşaallah." dedim. Dedi ki: "Beni İmam-ı Rabbani hazretleri gönderdi. "Git, filan dostunun yanında bulun, şimdi ağır hastadır, senin gibi işten, halden anlayana çok ihtiyacı olup, beraber bulunursunuz." buyurdu. "Senin yanına gelmek üzere yola çıkacağım sırada bir torba şifalı ot isteyip sana getirmem için bana verdi. İşte getirdim." Ben dedim ki: "Bu otları İmam-ı Rabbani hazretleri benim hastalığımın iyileşmesi için ilac olarak göndermiştir. Bu otları ezip, suyunu içmeliyim." Doktorlar; "Sıtmanın şiddetli zamanında, tatlı ve soğuk yenmez, içilmez." deyip, beni bu işten men etmek istediler. Ben onlara; "İmam-ı Rabbani hazretleri bunları benim için gönderdi içeceğim." dedim. İster istemez o otları ezip şerbet yaptılar. İçer içmez, hastalığımın hafiflediğini anladım. Ertesi gün kalan otların da suyunu çıkarıp içince büsbütün kurtuldum. Orada bulunanlar, bu hadise üzerine hayretler içerisinde kaldılar ve İmam-ı Rabbani hazretlerinin büyüklüğünü anladılar."
O zamanın sultanının üçüncü oğlu, diğer kardeşlerinden çok daha olgun ve aralarında seçkin bir durumdaydı. Babasına isyan etmişti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu oğlu, kuvvetli ordularla birbirlerine hücum ettiler. Şiddetli bir harb başladı. Babasının tarafında bulunup, en mühim işleri yürüten büyük bir kumandan, bu harb sırasında sultanın oğlunun tarafına geçti. Diğer kumandanlar da bu düşüncede idiler. Bu şehzade, velilerin ve alimlerin sevgisini kazanmıştı. İslamiyetin yayılmasına gayret ve müslümanları himaye ediyordu. Zamanın evliyasının büyüklerinden bir kısmı, İmam-ı Rabbani hazretlerine mektup yazıp; "Delhi'de bulunan veliler ile büyükler keşf ve vakıalarla galibiyetin ve nusretin şehzade tarafında olduğunu görüyorlar. Hazretiniz bu hususda ne buyururlar" dediler: İmam-ı Rabbani hazretleri cevabında; "Harb meydanındaki vaziyetin bunun aksi olduğunu anlıyorum, fakat sonunda şehzadenin kazanacağını tamamen görüyorum." buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir müddet kadar diğerleri devleti idare edip, sonra Allahü teâlâ kardeşler arasında sultanlığı ona (Şah Cihan bin Cihangir'e) nasib etti. Babasının vekili olarak onun makamına geçti. Allahü teâlâ, bu sultana Hindistan'ı adalet ve ihsanla dolduran bir padişahlık nasib eyledi. Bu padişah sayesinde memleket başka nizama girdi. Arifler ve alimler bambaşka hürmet gördüler. Dine üstün hizmetler yapıldı.
İmam-ı Rabbani hazretleri 1615 (H.1024) senesinde, elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kaza-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler." buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize tabi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta hazret-i Ebu Bekr'e, hazret-i Ömer'e ve hazret-i Ali'ye de uymuş oluyordu.
1623 (H.1032) senesinde Ecmir'de iken; "Vefat etmemin yakın olduğuna dair işaretler, alametler görülmeğe başladı." buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp; "Ömrümüzün sona ermesi yakındır." buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyanın gözlerinin nuru kıymetli oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzuruna kavuşunca, bir gün, bu yüksek oğullarını hususi odaya çağırdı. Buyurdu ki: "Kıymetli oğullarım, bu dünyaya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür dünyaya gitmek icab ediyor, gitme ve yolculuk alametleri görünmeğe başladı."
Muhammed Haşim-i Keşmi demiştir ki: "Oğulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve ölçülemeyen üzüntüyü, bu fakir gördüm. Her birinin ağlamaktan boğazı tıkanıyordu. Böyle olduklarını görünce, kendilerine ne için bu kadar ağladıklarını sordum. Babaları İmam-ı Rabbani hazretlerinin vefatının yakın olduğunu açıklaması üzerine sebebini öğrendim. Fakat İmam-ı Rabbani hazretleri, bu haberden oğullarının çok üzgün olduğunu, kalblerindeki sıkıntı ve darlığı görünce, aynı zamanda kendisine daha bir yıldan çok yaşayacakları bildirilince, tekrar oğullarını çağırdılar ve; "Bir takım işleri tamamlamak için daha bir müddet yaşayacağımızı bildirdiler." buyurdu. Bunun üzerine iki kardeş çok sevindi. Sonra bu hadiseyi bana anlattılar. Bununla beraber, bu fakirin gözyaşlarının aktığı rahneleri (çukurları) açmış oldular. Fakat, bu müjdelerinden, kıymetli oğulları ve bu kalbi yaralı aşık, uzun yıllar yaşayacaklarını ümid ettik."
İmam-ı Rabbani hazretleri o günlerde, Hace Muinüddin Çeşti hazretlerinin mezarını ziyarete gitti. Bir müddet kalblerine murakabe ederek oturdu. Kalkınca, buyurdu ki: "Hazret-i Hace çok iltifat edip, çok şefkat gösterdiler. Kendi hususi bereketlerinden ziyafetler verdiler. Konuştuk ve çok sırlar açıklandı. Konuşulanlardan biri şudur: Buyurdu ki: "Bu asker arasında bulunmaktan kurtulmağa çalışmayınız. Kendinizi Allahü teâlânın rızasına bırakınız." Bu arada o mezarda hizmet gören türbedarlar gelip, İmam-ı Rabbani
hazretlerinin elini öpmekle şereflendiler.
Muinüddin Çeşti hazretlerinin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip, eskisini evliyanın büyüklerinden birine gönderirlerdi. Yahud da zamanın padişahına verirler, o da kıymetli inci ve mücevherat gibi, bir sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezarın örtüsünü değiştirdiler ve eskisini İmam-ı Rabbani hazretlerinin huzuruna getirip, buna en çok layık olan sizsiniz diyerek takdim ettiler. İmam-ı Rabbani hazretleri tam bir edeble kabul etti. Örtüyü hizmetçilerine verip, kalbden soğuk bir ah çekdi ve; "Hazret-i Hace'ye bundan daha yakın bir libas, bir örtü yoktur. Bunu saklayın, bana kefen olsun" buyurdu.
İmam-ı Rabbani hazretleriEcmir seferinden Serhend'e dönünce, artık evinde inzivaya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cuma namazı hariç, evden dışarı çıkmadı. Nur ve esrar menbaı olan hususi odasına; Muhammed Haşim-i Keşmi'den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hariç, başkalarının girmesi çok nadir oluyordu. Halveti seçtiği günlerden bir gün, soğuk bir nefes çekip; "Şeyhülislam'ın (Ebu Ali Dekkak'ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde insan kalmadı." sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru, İmam-ı Rabbani hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.
İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "İmam-ı Rabbani hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzuruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. "Birkaç gün dur!" buyurdu. Sonra tekrar arzedip; "Hemen gidip, döneceğim." dedim. "Birkaç gün sabret!" buyurdu. Fakat; "Gidip en kısa zamanda huzurunuza döneceğim." deyince, izin verdi ve: "Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?" mısra'ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefat etti.
Bunun gibi, hususi mahremleri ve onlara çok yakın olanlar; bu günlerde İmam-ı Rabbani hazretlerine inziva ve insanlardan uzak kalmalarına temasla; "Çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?" diye sorunca, cevabında; "Bu dünyadan göçmemi çok yakın görüyorum. İş böyle olunca, tamamen inziva ve ayrılığı tercih edip, daima istigfar ediyorum, af diliyorum. Bunları zaruri görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi, zahiri ve batıni ibadetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allahü teâlâya ısmarlayınız." buyurdu.
Yine bugünlerde, kendi evinin aralığında (holünde) istirahat ederken, aniden; "İki üç ay sonra biz bu evde olmayız" buyurdu. Orada bulunanlar; "Hususi odanızda mı bulunacaksınız?" diye arzettiler. Buyurdu ki: "Orada da olmayacağım." "Ya nerede olacaksınız?" diye sordular. "Bu yerlerden hiçbirinde olmam. Bakalım ne olur?" buyurup, yollarının icabı açık söylemedi.
Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrar mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce; "Bütün bu hayratlar, belaların giderilmesi için midir?" diye sordu. Buyurdu ki: "Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:
"Vuslat günüdür sırdaşım aleme kucak açayım,
Bu devletin, bu nimetin sevinçlerini saçayım."
Muharrem ayının on ikinci günü buyurdu ki: "Bana bu dünyadan öbür dünyaya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezarımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tazelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Said birgün, İmam-ı Rabbani hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevabında; "Allahü teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum." buyurdu. Yine oğlu; "Allahü teâlâ, bu işi, bu dünyada çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Madem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz." diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: "Muhammed Sa'id! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun." Oğlu; "Kendi halime üzülüyorum." dedi ve gayet samimi bir beyanla, derd ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; "Ey gönlümün süruru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsızlık ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefat ettikten sonra, bu dünyadakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyada, insanlık icabı bazan ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Halbuki öldükten sonra, beşeri sıfatlardan tamamen ayrılma vardır." buyurdu. Bunu söylediği günden itibaren, o günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmi ikinci gecesi kalbleri hasta eshabına; "Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhur eder" buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hasıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allahü teâlâ, Habibine tabi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemalatı bana ihsan eyledi." Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde hazret-i Ebu Bekr Sıddik-i Ekber'in; "Bu gün dininizi tamam eyledim." ayet-i kerimesi gelince kalblerine gelen, yani Peygamber efendimiz vefat edecektir, ilhamından bir işaret bulunduğunu anladılar.
Mısra:
"Senin misk zülfünden, ayrılık gecesinin kokusu geliyor."
Safer ayının yirmi üçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübarek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu tesir edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber efendimiz hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefat eylemişlerdi. İmam-ı Rabbani hazretleri, bu hususta da ittiba'ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; "Mangal için şu kadar liralık kömür al!" buyurdu.Biraz sonra tekrar yanına çağırarak; "Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor." buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefat ettiği gün tamamen bitmişti. Bu hastalık zamanında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Bir gün ince hakikatleri beyanda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hace Muhammed Said; "Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu marifetlerin beyanını bir başka zamana bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye arzetti. Bunun üzerine: "Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamayacağım." buyurdular.
Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemaatle namaz kılmağı terketmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duaları, tesbihleri, salevatları, zikri ve murakabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dinimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terketmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; "Bu bizim son teheccüdümüzdür." buyurdu.
Vefatından biraz önce, kendinden geçme hali görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme halinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nurlara gömülme) sebebi ile midir, diye arzetti. Cevabında; "İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, bazı çok yüksek haller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, ta ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla her şeyim tamam ve kamil olsun." buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme halinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elveda sözünü hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutabeata, Peygamberimize tabi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid'atten kaçınma, zikr ve murakabeye devam etme hakkında idi.
Nasihatlerinden birinde; "Mezarımı belli olmayan bir yere yapınız." buyurdu. Yüksek oğulları arzettiler ki: "Bundan evvel, hazretinizin işareti ile ağabeyimizin defnedildiği, şerefli ve bereketli yer hakkında; "Benim mezarım orada olacaktır. Aynı yerde defnedileceğim." buyurmuştunuz. Bu gün de böyle buyuruyorsunuz." "Evet öyleydi. Fakat şimdi ben böyle istiyorum." dedi. Oğullarının, bunu kabul etme hakkında durakladıklarını görünce; "Eğer böyle yapmazsanız, şehrin dışında yüksek babamın yanına defnediniz. Bu da olmazsa, şehrin haricinde bir bahçede benim mezarımı yapınız. Süslemeyiniz. Olduğu gibi bırakınız ki, en kısa zamanda nişanı kalmasın." buyurdu.
Hazret-i İmam kendi kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir dikkat, hatta bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip; "Serbestsiniz. Nereyi münasip görürseniz, oraya defnediniz." buyurdu. Vefat ettiği Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir." buyurdu. Gecenin sonunda: "Bu gece de bitti, sabah oldu." buyurdu. O günün işrak zamanında; "Bevl edeceğim, bir leğen getirin." buyurdu. Getirdiler, fakat içinde kum yoktu. "İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimali olabilir." buyurdu. O en nazik zamanda da, en ince hususlara dikkat edip, bevl etmedi ve; "Bu leğeni kaldırın, beni de yatağıma yatırın." buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefat edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhamı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak ruhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikrle meşgul oldu. Büyük oğlu Muhammed Said, babasının sık sık nefes aldığını görünce; "Hal-i şerifiniz nasıldır babacığım?" diye arzetti. "İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kafidir." buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefat etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu hususta da peygamberlerin Serverine tabi oldu. Vefatı 1624 (H.1034) senesi, Safer ayının yirmi sekizi, güneş hesabı ile yirmi dokuzu, Salı günü kuşluk vakti vaki oldu.
O ay yirmi dokuz gün idi. Peygamber efendimizin vefat ayı olan Rebiülevvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin huzuruna kavuştu. Hastalık ve humma çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmış üç gün idi. Hadis-i şerifde; "Bir günlük humma, bir senenin keffaretidir" buyruldu. Çektikleri hastalık, bu hadis-i şerifin manasına uygun oldu.
İmam-ı Rabbani hazretlerinin nurlu bedeni yıkama tahtasının üzerine konulup, elbiseleri soyulunca, orada bulunanlar hazret-i İmamın namazda olduğu gibi ellerini bağladığını gördüler. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Halbuki, oğulları vefatından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet bu şekilde kaldı.
Yıkayıcı, mübarek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velilik kuvvetinin bir alameti olarak, zaif bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Halbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi icabederdi. Bununla beraber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Bu hal iki-üç defa vaki oldu. Nihayet oradakiler, bunda derin bir mana ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hace Muhammed Said; "Madem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım" buyurdu. Peygamber efendimiz hadis-i şerifde; "Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsanıdır. Dilediğine ihsan eyler. O'nun ihsanı boldur.
İmam-ı Rabbani hazretlerinin cenaze namazını, oğlu Hace Muhammed Said kıldırdı. Vefatında 63 yaşında idi. Serhend'de evinin yanında defnedildi.Daha sonra Afganistan padişahı Şah-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı. Vefat haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefatı üzerine şiirler yazılmış ve pekçok tarih düşürülmüştür. Onun vefatına dayanamayan talebelerinden Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatır: "Vefat ettiği günün akşamı şehrin kenarında virane bir mescidde, o pahasız hazinenin hayaliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk ahlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu halde iken birden hocamın ruhaniyeti gözüküp; "Sabretmek lazım." buyurdu. Binlerce kırıklık ve perişanlık içinde; "Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?" dedim. "İbrahim aleyhisselama uymayı yerine getirmek lazımdır." buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş aşığın divaneliği arttı, ızdırabımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başladım."
Büyük oğlu Muhammed Said buyurdu ki: "Yüksek babamı, vefatından sonra rüyada gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük nimetlerden tam neşe ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükr makamından hiç kimseye bir nasib verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de şükredenlerden eylediler." buyurdu. Arzettim ki, Kur'an-ı kerimde mealen; "Şükreden kullar azdır." (Sebe' suresi: 13) buyruluyor. Bu ayet-i kerimeden anlaşılan, bu cemaatin, peygamberler olduğudur. Yahud da Peygamberlerin en büyük eshablarıdır. Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik gibi deyince; "Evet, öyledir. Fakat beni hususi bir ihsan ve inayetle, o cemaate dahil eylediler." buyurdu.
Hace Muhammed Ma'sum hazretleri buyurdu ki: "Babamı vefatından sonra rüyada gördüm. Münker ve Nekir'in suali nasıl geçti? diye sordum." Buyurdu ki: "Allahü teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilham edip; "Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek." buyurdu. Arzettim ki: "Ey Allah'ım! Bu iki melek de, senin huzurunda kalsınlar dedim. Nihayetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi." Tekrar; "Kabir sıkması nasıl geçti?" diye sordum. "Oldu, fakat çok az oldu." buyurdu.
Eserleri: 1) Mektubat: İslam aleminde İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ı kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır. Mektubat, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelam ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.
Mektubat'ın birinci cildi 1616 (H.1025) senesinde talebelerinin meşhurlarından Yar Muhammed Cedid-i Bedahşi Talkani tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üç yüz on üç (313) mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Haşim-i Keşmi'ye yazılmıştır. İmam-ı Rabbani hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; "Muhammed Haşim'e gönderilen bu mektupla resullerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshab-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.
İkinci cildi ise 1619 (H.1028) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütni tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esma-i hüsna yani Allahü teâlânın Kur'an-ı kerimde geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.
Üçüncü cild de İmam-ı Rabbani hazretlerinin vefatından sonra 1630 (H.1040) senesinde talebelerinden Muhammed Haşim-i Keşmi tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'an-ı kerimdeki surelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin vefatından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilave edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi (536) olmuştur.
Mektubat'daki mektupların birkaçı Arabi, geri kalanların hepsi Farisidir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır.
2) Redd-i Revafıd: Farisi olup, Rafızileri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak Sözün Vesikaları) kitabında, bir bölüm olarak, İhlas Holding A.Ş. tarafından yayınlanmıştır. Arapça'ya da tercüme edilmiştir. 3) İsbatün-Nübüvve: "Peygamberlik nedir?" adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak sözün Vesikaları kitabı içinde bir bölüm olarak yayınlanmıştır. AyrıcaArapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir. 4) Mebde' ve Me'ad, 5) Adab-ül-Müridin, 6) Ta'likat-ül-Avarif, 7) Risale-i Tehliliyye, 8) Şerh-i Ruba'ıyyat-ı Abd-il-Baki, 9) Mearif-i Ledünniye, 10) Mükaşefat-ı Gaybiyye, 11) Cezbe ve Süluk Risalesi.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk'a kavuşamaz.
Ehlin gönlü için (ailenin gönlünü almak için) günah işlemek ahmaklıktır.
Farzı bırakıp, nafile ibadetleri yapmak boşuna vakit geçirmektir.
Gına sahiplerinin yani zenginlerin, alçak gönüllü olması güzeldir. Fakirlerin ise onurlu olması lazımdır.
İnsana lazım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.
Kalbin tasviyesi (temizlenmesi); İslamiyete uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve rehberi, doğru yolu gösteren alimi sevmek bunu kolaylaştırır.
Kalbin birçok şeyleri sevmesinin sebebi, hep o bir şey içindir. O da nefsdir.
Kâfirlere kıymet vermek, müslümanlığı aşağılamak olur.
Kelime-i tevhid; putlara ibadeti bırakıp, Hak teâlâya ibadet etmek demektir.
Küfür, nefs-i emmarenin isteklerinden hasıl olur.
Malı zarardan korumanın ilacı, zekat vermektir.
Mübahları gelişi güzel kullanan, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüphelileri yapmak da harama yol açar.
Büyükleri sevmek, saadetin sermayesidir. Muhabbete müdahane, gevşeklik sığmaz.
Nefs bir kötülük deposudur. Kendini iyi sanarak Cehl-i mürekkeb olmuştur.
Nefse, günahlardan kaçmak, ibadet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır.
Razzak olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır.
Seadet, ömrü uzun ve ibadeti çok olanındır.
Seadet-i ebediyyeye kavuşmak, peygamberlere uymağa bağlıdır.
Sohbeti ganimet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü, bütün üstünlüklerin ve kemallerin üstüdür.
Sünnet ile bid'at birbirinin zıddıdır. Birini yapınca öteki yok olur.
Zahid, dünyaya gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır.
Zekat niyeti ile bir kuruş vermek, dağlar kadar altını sadaka olarak vermekten kat kat daha sevapdır.
Salih ameller İslamın beş şartıdır. Salih amelleri yapmadan kalb selamette olmaz.
Cennet ile Cehennem'den başka ebedi bir yer yoktur. Cennet'e girmek için iman ve dinin emirlerine uymak lazımdır.
Dünyayı maksad edinmemeli. Dünya, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünya ve ahiret bir arada olmaz. Dünyaya düşkün olmak, günahların başıdır. Dünyaya düşkün olanlar ahirette zarar görür. Dünyaya düşkün olmamanın ilacı, İslamiyete uymaktır.
Bu zamanda dünyayı terk etmek çok zordur. Dünyayı terk lazımdır. Hakikaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, ahirette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük nimettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dinin hududundan dışarıya taşmamakla olur.
Dünyayı terk etmek iki türlüdür; birincisi, mübahların, zaruret mikdarından fazlasını terktir. Bu çok iyidir. İkincisi, haramları ve şüphelileri terkedip yalnız mübahları kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.
Tesbih okumak (sübhanellah demek), tövbenin anahtarı ve hatta özüdür.
Vakit çok kıymetlidir. Kıymetli şeyler için kullanmak lazımdır. İşlerin en kıymetlisi sahibine hizmet etmektir. Yani Allahü teâlâya ibadet ve taat etmektir.
Gençlik zamanında dinin emirlerine uymak, dünya ve ahiret nimetlerinin en üstünüdür.
Annenin yavrusuna faydası olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyamet günü için, hazırlık yapmayana yazıklar olsun!
Ayet-i kerimede mealen; "Vallahu basirun= Allah onların ne yaptıklarını görmektedir" buyruldu. Allahü teâlâ her şeyi gördüğü halde, (insanlar) çirkin işleri yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile bu işleri gördüğünü bilseler, vaz geçerler yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânın görmesine inanmıyorlar, yahud onun görmesine kıymet vermiyorlar. İmanı olana her ikisi de yakışmaz.
Velilerin hiçbiri, peygamber mertebesine varamaz.
Velilerin hiçbiri, Sahabi mertebesine çıkamaz.
İhlas ile yapılan küçük bir iş, senelerce yapılan ibadetler gibi kazanç (sevap) hasıl eder.
Her ibadeti seve seve yapmalı. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanlara hakkını ödemeğe titizlikle çalışmalıdır.
Dünyanın vefasızlıkta eşi yoktur, dünyayı isteyenler de alçaklıkta ve bahillikte (cimrilikte) meşhurdur. Aziz ömrünü, bu vefasızın ve değersizin peşinde harcayanlara yazıklar ve korkular olsun.
Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslamiyet bilgilerini öğreniniz ve bu bilgilere uygun yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında, oyun ve eğlence ile geçirmemek için uyanık olunuz.
İnsanlar riyazet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Halbuki, dinimizin emrettiği kadar yimek için dikkat etmek, binlerce sene nafile oruç tutmaktan daha faydalıdır.
Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştihası olduğu halde ve hepsini yemek istediği halde, dinimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyazettir ve diğer riyazetlerden çok üstündür.
Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nafile ibadet yapmaktan daha çok faydalıdır.
Ölmek, felaket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felakettir.
Sonsuz kurtuluşa kavuşmak için, üç şey muhakkak lazımdır: İlim, amel, ihlas.
Ölülere dua ve istigfar etmekle ve onlar için sadaka vermekle, imdatlarına yetişmek lazımdır.
Dünyayı ele geçirmek için ahireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır.
Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi saadet zan etmemeli, nefse güç ve acı gelenleri de şekavet ve felaket sanmamalıdır.
Birkaç günlük zamanı büyük nimet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.
İbadetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır.
Cahillerin, büyüklere dil uzatmalarına sebeb olmayınız! Her işinizin İslamiyete uygun olması için, Allahü teâlâya yalvarınız.
Geçici lezzetlere, çabuk biten, tükenen dünyalıklara aldanmamalıdır.
İhsan sahibinin kapısı çalınınca açılır.
Gönül dalgınlığının ilacı; gönlünü Allahü teâlâya vermiş olanların sohbetidir.
Dünya hayatı pek kısadır. Bunu en lüzumlu şeyde kullanmak gerekir. Bu en lüzumlu şey de, kalbini toparlamış olanların yanında bulunmaktır. Hiçbir şey sohbet gibi faydalı olmaz.
EDEBE RİAYET
Bir gün, hafızlardan biri, kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur'an-ı kerim okumağa başladı. İmam-ıRabbani hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur'an-ı kerim okumakta olan hafızdan yüksekte oturmazdı."
GECE OLANI GÜNDÜZ ANLATMA!
Çok uzak memlekette bulunan bir aziz, İmam-ı Rabbani hazretlerinin medhini duyup, Serhend şehrine geldi ve birinin evinde misafir kaldı. İmam-ı Rabbani'den istifade etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini, bunun için çok neşeli olduğunu söyleyince, ev sahibi İmam-ı Rabbani'yi kötülemeye başladı. Misafir çok üzüldü.Mahcub oldu. İmam-ı Rabbani'ye sığınıp kalbinden; "Ben yalnızAllah rızası için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahıs, beni bu saadetten mahrum etmek istiyor." dedi. Bu sırada İmam-ı Rabbani birdenbire yalın kılıç gözüküverdi. Hallerini inkâr eden, o şahsa gereken cezayı verdi ve evden çıktı. O aziz sabahleyin mübarek huzuruna kavuşunca, geceki hadiseyi arz etmek istedi. Fakat İmam-ı Rabbani hazretleri; "Gece olanı, gündüz anlatma!" buyurup, kerametini gizledi.
İŞİN SIRRI BUDUR
İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zat şöyle nakletmiştir: "Bir grup tücarla Acin'de idim. Bu tüccarlar arasında Can Muhammed adında Celender'den bir zat da vardı. Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Bir gün biri bana sultanın, İmam-ı Rabbani hazretlerini hapsettiğini söylediğinden çok üzüntülüydüm. Can Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmam-ı Rabbani hazretlerinin hapsedildiğini duyduğum için, böyle olduğumu söyledim. Can Muhammed bana; "Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim." dedi. Sonra gidip kaylule yaptı yani öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, rüyasında İmam-ı Rabbani hazretlerini gördüğünü ve kendisine; "İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat bazı makamları geçmek, Allahü teâlânın celal sıfatı ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer öyle olmasaydı o makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur." buyurduğunu söyledi.
ÇABUK GEL, GEÇ KALDIN!
İmam-ı Rabbani hazretlerinin akrabalarından biri şöyle anlatmıştır: "Ben, İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinden olmayı arzu ediyordum. Fakat çeşitli maniler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasib olmamıştı. Bir gece karar verip; "Yarın gidip halimi arzedip, beni de talebeleri arasına kabul etmesini isteyeyim" diye düşündüm. O gece rüyamda kendimi derin bir deniz kenarında gördüm. İmam-ı Rabbani hazretleri ise karşı sahildeydi. Huzuruna kavuşmak istiyordum. Bana; "Çabuk gel, çabuk gel! Geç kaldın." buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim zikretmeye başladı. Uykudan uyandım, kalbim artık zikrediyordu. "İmam-ı Rabbani hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulunmadan kalbim zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?" dedim. Sabahleyin İmam-ı Rabbani hazretlerinin huzuruna gidip, gördüğüm rüyayı bana olan teveccüh ve tasarruflarını anlatarak halimi arzettim. Kalbimin zikretmeye başladığını söyledim. Bana; "Yolumuz tam budur. Buna devam et" buyurdular."
YIKILAN PUTHANE
Seyyid Rahmetullah şöyle anlattı: "Dekken melikinin emri üzerine, iki üç arkadaşla bir sahraya gittik. Orada bir puthane gördüm. Bir gün İmam-ı Rabbani hazretlerinden; "Bir müslümanın elinden bunu yıkma işi gelirse, bunu muhakkak yıksın veya zarar versin. Bu işi yapmaktan kaçınmasın. Çünkü bunu yapan Allah yolunda, din için cihad eden gaziler sevabına kavuşur." diye duymuştum. Onların bu sözlerine güvenerek, arkadaşlarıma; "Bu sahrada, bu puthaneyi koruyan kimse görünmüyor, burayı yıkalım." dedim. Duvarlardan biraz yıkınca, civarda tarlalarda çalışan Hindulardan biri, puthaneyi yıktığımızı görmüş. Koşup, o puthanede tapınan köylülere haber vermiş. O sıra bin kişiye yakın bir kalabalığın taşlarla, sopalarla, mızraklarla tam bir kızgınlıkla üzerimize geldiklerini gördük. Ben ve arkadaşlarım hayret ve korkudan ne yapacağımızı şaşırıp, olduğumuz yerde kaldık. Kaçmağa bile cesaret edemedik. Kalbimden Kelime-i şehadet getirmeye başladım. Bu halde iken, İmam-ı Rabbani hazretlerinin kalbine müteveccih oldum ve; "Ey din büyüğü! Sizin nasihatinize güvenip bu işi yapmağa koyulduk. Allahü teâlânın izniyle bizi bu alçak kâfirlerin elinden kurtar" dedim. Bu yalvarma ve iltica esnasında İmam-ı Rabbani'nin sesi kulağıma geldi. "Hiç korkma! Şimdi senin için İslam askeri gönderiyorum." diyordu. Arkadaşlarıma; "Bana bir hal oldu. Hazret-i İmam'ın sesini duydum. İmam'ın söz verdiği askerler ne zaman gelecek, bunlar yaklaştı." dedim. Hindular çok yaklaşmışlardı. O anda birden bire otuz kırk kadar süvari göründü. Son sürat geldiler, bir kısmını kamçılayıp bizi kurtardılar. Sonra hepsini sürüp götürdüler. Bu iş, İmam-ı Rabbani hazretlerinin tasarrufu ve kerameti ile oldu.
YANAN MALLAR
İmam-ı Rabbani hazretleri talebeleriyle beraber bir yolculuğa çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladıkları sırada, talebelerine aniden şöyle buyurdu: "Bu gün buraya bir bela geleceğini ve herkese sirayet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız birbirlerine söylesinler herkes; Bismillahillezi la yedurru me'asmihi şey'ün fil-ardı vela fissemai ve hüvessemi'ul-alim, ve Euzü bi-kelimatillahittam-mati min şerri ma halak dualarını tekrar tekrar okusunlar. Çünkü, bu duayı kim okursa, Allahü teâlânın inayeti ile kendisi ve malı korunur." Bunu söyledikten iki saat geçmeden kervansarayın bazı kısımlarında yangın çıktı. Bir türlü söndüremediler ve malların çoğu yanıp telef oldu. Bu arada İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinden Mevlana Abdülmümin Lahori'nin de malları yandı. Ona; "Sana hiç kimse okunması icabeden duaları söylemedi mi?" buyurdu. Arkadaşları ona bu duaların okunması gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı.
EDEPSİZ NÖBETÇİ
İmam-ı Rabbani hazretlerinin güvenilir bir talebesi ve oğulları şöyle anlatmışlardır: Bir tüccar, İmam-ı Rabbani hazretlerinin komşularından birinin malını çaldı. Mal sahibi ise, İmam-ı Rabbani hazretlerinin akrabasından bir genci hırsızlıkla itham etti. O genç, hakaret ve dayak korkusundan kaçıp gitti. Serhend'de bu işlerle görevli olan nöbetçi bunu duyunca hazret-i İmam'ı çağırdı. İşinde gevşeklik gösterenin yanına gitmek icabetmediğini bildikleri halde, İmam-ı Rabbani hazretleri talebelerinden birisi ile, yaya olarak oraya gitti. O edepsiz nöbetçi onların şanına yakışmayan sözler söyledi. Hazret-i İmam ise gayet yumuşak cevaplar verdi. Bu esnada Mevlana Tahir Bedahşi geldi. O kızgın nöbetçiye; "Kimi ayağına çağırdığını biliyor musun? Allahü teâlânın dostlarına kötü davrananlar elbette kısa zamanda cezasını görür." dedi. Nöbetçi onları bıraktı. Aradan bir gün geçmeden bu edepsiz nöbetçi, semtinde bulunan büyük bir kalabalıkla münakaşa etti. İş kavgaya döküldü. O nöbetçi, oğullarından ve akrabasından yirmi kadar insanla kalabalığa karşı koymak istedi ve evin damına çıktı. O evde harb için saklanan patlayıcı maddeler vardı. Oraya aniden bir ateş düştü ve büyük bir patlama oldu. O nöbetçi, bütün oğlu ve akrabası ile havaya uçtu. Cesedleri bile görülmedi. Böylece Allah dostlarına kötü söz söylemenin cezasını canıyla ödedi.
NİÇİN YIKILMADI
Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "Ecmir'de iken, Teravih namazı kıldığımız mescidin bir duvarı sağlam yapılmamıştı ve bir tarafa doğru eğilmişti. O kadar ki, mescide gelenlerin çoğu ve etrafında bulunanlar oradan geçerken, bugün yarın bu duvar yıkılacak derlerdi. İmam-ı Rabbani hazretleri bir gün bu düşüncelerine temasla buyurdu ki: "Bu duvar, bu fakirler burada kaldığı müddetçe, bize riayet edip her halde yıkılmayacak. Nitekim büyükler; "Bizim şakamız ciddidir." buyurmuşlardır. Buyurdukları gibi duvar, İmam-ı Rabbani hazretleri oradan ayrılıncaya kadar yıkılmadı. Oradan ayrıldığımız gün, ben, herkes gittikten sonra bir bahane ile bir saat kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın yıkılıp yıkılmayacağına bakıyordum. İmam-ı Rabbani hazretleri mescid görünmez oluncaya kadar uzaklaşınca duvar birdenbire yıkılıverdi."
KİM ÖLECEK, KİM KALACAK?
İmam-ı Rabbani hazretleri vefat etmeden altı ay önce, Şaban ayının on beşinci gecesi olan "Berat kandili" gecesini, kendi hususi odasında ihya eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki: "Bu gece ecellerin ve amellerin takdir edildiği gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti." İmam-ı Rabbani hazretleri bu sözü duyunca; "Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyada yaşayacaklar sahifesinden silindiğini görenin hali nice olur?" buyurdu. Bunu söyleyince, esrar yatağı olan kalbinden bir ah çekti. Böylece İmam-ı Rabbani hazretleri, o sene vefat edeceğine kerametiyle işaret buyurmuşlardı.
DİN NASİHATTIR
Buyurdu ki: "Sünnete çok sıkı sarılmak lazımdır." Bu sözleriyle de Peygamber efendimize uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber efendimiz vefat edecekleri zaman böyle nasihat eylemişlerdi. Abbad bin Sariye'den, Tirmizi ve Ebu Davud şöyle rivayet eder: "Resulullah efendimiz bize vaz ediyordu. Bu vazdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: "Ya Resulallah! Bu sözleriniz veda vazına benziyor, bize vasiyet ediniz." Resulullah aleyhisselam buyurdular ki: "Size vasiyetim olsun: Allah'tan korkunuz, bir köle bile emr-i ilahiyi bildirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefa-i raşidinin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid'atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid'atler dalalettir, sapıklıktır."
İmam-ı Rabbani hazretleri vasiyetine devamla şöyle buyurdu: "Dinimizin sahibi Resulullah efendimiz, nasihatlerin en incelerini bile; "Din nasihattır" hadis-i şerifi gereğince ihmal etmediler. Dinimizin kıymetli kitaplarından, tam tabi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz. Benim techiz ve tekfin işlerimde sünnete uyunuz." Bundan evvel daha önce mübarek hanımına buyurmuştu ki: "Eğer ben senden evvel, bu sıkıntılarla dolu dünyadan ahirete gidersem, benim kefenimi, senin mehr parandan aldırırsın."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız bizim için önemlidir.