İSYÂN ETMENİN SEBEBLERİ
a) I. sebep: Cezanın peşin görülmemesidir. Bu konuda başına geleceği bekleyen kimse, yarının (ahiretin) yakın, ölümün ise ayağındaki ayakkabıdan daha yakın olduğunu, kıyamet gününün yakınlaşmış olabileceğini düşünmeli ve dünyalık konusunda geleceği için her türlü sıkıntı ve zorluklara göğüs gerdiğini hesaplamalı ve kendine gayri müslim tabib bile "Soğuk su içme, aksi halde ölürsün," dediği zaman, ondan nasıl vazgeçtiğini, halbuki akıbetinden korkmazsa ölümün bir an meselesi olduğunu, er veya geç bir gün mutlaka geleceğini aklına getirmeli ve böylece sonsuz mutluluğunu yok edecek olan isyandan uzak durmalıdır.
b) II. sebep: İnsanın dünyaya nisbetle zaten ne varlığı var ki? Kendisi önceden de yoktu. Sonradan da. Var oluşu ile geçen zaman ise çok azdır. Sağlığını koruyabilmek için, tıb yönünden mucize gösterecek durumda olmayan gayri müslim bir tabibin öğütlerine nasıl uyduğunu düşünmeli ve mucizelerle kuvvetlendirilen peygamberlerin öğütlerine karşı nasıl aldırış etmeyişiyle kıyaslamalıdır. Hastalığın acısının kendi nazarında, Cehennem ateşinden daha şiddetli bir hâl aldığının farkına varmalı" dır. Şüphesiz âhiretin her günü, dünya günlerine göre elli bin yıldır. Bütün bunları tefekkür ederek kendini mağlubeden zevklerini tedavi yoluna gitmeli ve onları terk etme gayretine girmelidir.
Şu üçlük geçici dünya hayatında zevklerinden vazgeçmeyip onlara düşkün olduğuna göre, başı, sonu, sağı, solu olmayan ebedi hayatta , o zevklerin mahrumiyetine nasıl dayanacağına, sabrın acısına tahammül edemezken, cehennem ateşine nasıl tahammül edeceğine bakmalı ve kendi kendine şöyle demelidir:
"Ben, dünyanın her türlü sıkıntılarla karışık, parlak, yaldızlı. şeylerine karşı sabır ve dayanıklılık gösteremediğim halde, âhiret hayatının bütün bulanıklılık ve karışıklıklardan uzak, temiz ve devamlı olan zevklerinden mahrum kalmaya nasıl tahammül edeceğim". Böylece günahlarını terk etmelidir.
c) III. Sebep: "Sonra tevbe ederim" fikri ile hareket etmektir. Birçok insanların böyle düşüncelere kapılıp Cehenneme atıldıklarını ve orada âh, vâh ettiklerini düşünmeli ve tevbesinde acele etmelidir. Çünkü sonra tevbe ederim diyenler, ellerinde olmayan, hüküm verme imkânında olmadıkları bir konu üzerinde hüküm vermişlerdir. Bu insanlar yarına çıkacaklarını nereden biliyorlar? Yarına çıksa bile bugün bırakamadığını yarın nasıl bırakıp tevbe edebilecek? Bugün günaha girmesi, şehvetlerine tâbi olmasındandır. Şehvet ise insandan ölünceye kadar ayrılmaz. Şehvetlerinin azalması bir yana, sonra daha çok artar da, böylece, "sonra tevbe ederim" diyenler helâk olur giderler. Çünkü onlar benzerler arasında bazı farkların olduğunu zannederler. Zamanın bölümleri birbirlerine benzer. Dün ne ise. bugün de aynı, bugün ne ise yarın da aynı olacaktır. Dün bırakamadığın şehvetlerini bugün de bırakamadığın gibi yarın da bırakamazsın. Bu gövdesi kalın ve kuvvetli olan bir ağacı yıkmaya giden, yıkmaya çalışan,fakat muvaffak olamayan sonra ki senede ise ağacın daha kuvvetleneceğini dal budak salacağını ve kendisinin de ihtiyarlayıp kuvvetten düşeceğini bilmesine rağmen "Şimdi bu ağaç böyle dursun. Ben onu seneye yıkarım." diyen adamın hâline benzer. Ahmaklığın bundan büyüğü olur mu? Çünkü ertesi güne göre bugün daha güçlü iken ağaç ise bugüne göre yarın daha güçlü olur. Kendi kuvvetli halinde zayıfa karşı koyamıyorken kendi zayıflayıp zayıfın kuvvetlendiği zaman ona karşı koyacağını zannetmek düpedüz ahmaklıktır.
d) IV. Sebep: "Allah kerimdir, bizi affeder" denilerek günahlara dalma konusuna gelince; Bunun tedavi yöntemi de yukarıda geçenin aynıdır. Böyle bir kimse, şâkilerin şehri basıp önüne geleni aldıklarını gören, fakat elinde olanları gizleme imkânı olduğu halde gizlemeyip "Allah kerimdir, bu şâkilerin başına bir felâket verir, bana uğramadan cehennem ölür giderler" deyip başının çâresine bakmayan şe;
"Bu tip olaylar yok değildir, geçmişte buna benzer bir çok olaylar meydana gelmiştir" diyen adamın hâline benzer. Her ne kadar adamın durup beklemesi, mümkün olan bir şeydir. Fakat bu halde eli kolu bağlı beklemek, bilgisizliğin ve gafilliğin en büyüğüdür.
e) V. Sebep: Peygamberin bildirdiklerinde, şüpheye düşerek yapılan ve insanı küfre düşüren isyanı bırakması için düşünmesi icab eden şeyler, Peygamberin bildirdiği şeylerin kesin olarak doğruluğunu kabul etmektir. Bu konu üzerinde durmak sözün uzamasına yol açar. Fakat yapması gereken şey, aklına ve mantığına en yakın olan bilgi ,ile tedavi cihetine gitmektir. Ona şu soru sorular sorulmalıdır:
"Size göre Peygamberlerin mucizeler göstererek bildirdikleri şeylerin olması imkân dahilinde midir? Yoksa bir adamın ayni anda iki yerde bulunmasının imkânsız olduğu gibi imkânsız mıdır? Eğer "evet aynen onun gibi imkânsızdır" derse bu adam bunaktır ve ona lâf anlatmak mümkün değildir. Çünkü aklı olan hiç kimse bu şekilde düşünemez. Eğer, şüpheye düştüm diyecek olursa bizim ona diyeceğimiz şudur:
"Biraz önce yanından uzaklaştığın yemeğin hakkında birisi sana "bu yemeğe yılan zehirini akıttı" sen de bu adamın söylediklerinden şüphe etsen, bu en sevdiğin yemek bile olsa ondan yer misin? yoksa onu terk mi edersin? Adamın vereceği cevab elbette "hayır, yemem" şeklinde olacaktır. Çünkü eğer adam yalan konuştuysa, bana yapabileceği en büyük kötülük benim yemek yememe engel olup beni aç bırakmaktır. Fakat eğer adam doğru söylediyse benim o yemeği yememin faturası ölümdür.
Açlığa sabrederek kendini korumak, ölmekten muhakkak ki daha hafiftir. Adamın verdiği bu cevaba karşı ona şöyle denmelidir:
"Bilmediğin bir adamı nasıl olur da bütün Peygamberler veliler, alimler, hâkimler ve bütün akıllılar üzerine tercih edersin? Nasıl olur da o adama inanırsın ve öbürlerine inanmamazlık edersin? Kaldı ki bu adam sana söylediği bu söz başka bir gaye ile de olabilir. Ama diğerlerinin bunda hiçbir art niyetleri yoktur. Onlar her ne kadar azabın nasıl olduğunda ihtilâf ettilerse de, varlığı konusunda görüş birliğine vardılar. Eğer onlar doğruyu söylüyorlarsa -ki doğru söylüyorlar- sen ebedi olarak Cehennem azabına müstehak olursun. Bir an olsun yalan söylediklerini kabul etsek bile senin burada kaybettiğin geçici ve karışık olan zevklerden bir kısmıdır."
Eğer biraz aklı varsa bu durum karşısında hakkı kabul etmelidir. Çünkü bu sayılı günler, sosuz olan ahiret hayatının yanında çok kısadır. Kıyas bile edilmez. Bütün dünyayı zerreler olarak kabul edelim. Bir kuşta bir milyon sene zarfında bir zerreyi, yiyecek olsa bu hayat sonsuz değildir, bir gün mutlaka bitecektir. Yalnız sonsuz hayatın hiçbir şeyi eksik olmaz. Aklı olan insan sonsuza dek sürecek mutluluğu için nasıl olur da en fazla yüz sene olan dünya hayatında şehvetlerine engel olup sabredemez.
Bu konu ile ilgili olarak Ebu'l-alâ Ahmed b. Süleyman diyor ki:
"Bir takım astronomi ve tıb âlimleri. ölülerin dirilmeyeceğini söylüyorlar. Onlara soranın;
"Eğer sizin dediğiniz olursa benim kaybedeceğim bir şey olmaz. Fakat benim dediklerim doğru çıkarsa o zaman siz ne yapacaksınız?"
Hz. Ali, hakikatleri idrakten aciz olan, bazı sivri akıllı şüphecilere diyor ki:
"Sizin duyduğunuz doğru ise hep beraber kurtuluruz. Yalnız, benim dediğim doğru çıkarsa o zaman da ben kurtulurum, siz de helâk olursunuz. Her türlü durum için en garanti yolu seçenden daha akıllı kim olabilir?"
Eğer, "bu söylediklerin gayet açık olmakla beraber üzerinde biraz düşünülmesi gereken şeylerdir. Gönüller bunlardan nasıl uzak kalır ve bunların düşünülmesi onlara nasıl zor gelir? Bütün teferruatıyla İslâm'a inanan gönülleri bu konulara bağlamak ve düşünmeye sevketmek için yol nedir?" diyecek olur san, cevabım şudur:
Gönüllerin bu konuları düşünmesine engel olan iki şeyin bulunduğunu unutma.
1) Düşüncenin faydalı olanıdır. Meselâ âhiretin âzabını, ağırlığını ve zorluğunu, isyân edenlerin ebedi olarak zevklerden yoksun kalacaklarını ve bunların düçâr olacakları hasretleri tefekkür etmektir. Bu nevi bir düşünce, kalbi inanmaya mecbur eden ve beyni tırmalıyan bir düşüncedir. Bu sebeple kalb buna yaklaşmayı arzu etmez. Dünya hayatındaki zevk ve sefâyı düşünmek ona daha çok sevimli gelir. Âhiret hayatım bu sebeple aklına getirmez.
2) Eğer onları şu anda düşünecek olsa bu, peşin zevklerinden mahrum kalması anlamına gelir. Yalnız bütün insanlar her halükârda ve her aldığı nefeste kendisine musallat olmuş bir şehvet ve isteği vardır. Aldım şehevi isteklerine vermiş, onlar için çıkar yollar aramaktadır. Bu düşünce onun işine engel olacağından, ona yaklaşmak istemez. Bu hakikatleri düşünmek için, bu iki manayı yok etmenin çarelerine bakacak olursak;
Bu adam kalbinden kendini kötülemeli ve böylece bu düşüncesizlikten kurtulmalı ve kendi kendine şöyle demelidir:
"Sen ne kadar gâfil bir adamsın, katlanacağın acıyı ver üzüntüyü küçümsemene rağmen, "beni mahzun eder üzüntüye sevk eder diye ölümden sonrasını düşünmeye yanaşmıyorsun.
Düşünmeden duyacağın sıkıntı ve üzüntüye tahammül etmek istemediğin ve buna tahammül edemediği halde, acının bizzat kendine nasıl tahammül edeceksin."
Dünya zevklerini ortadan kaldıracağı korkusuyla âhireti düşünmekten insanı sakındıran ikinci sebebe gelince, burada da dünya zevklerinin faizi.ve âhiret nimetlerinin ebedi ve temiz olduğunu düşünmek ve dünya zevklerinin karışık, bulanık ve gelip geçici olduğunu akla getirmektir. Halbuki işlenen günahlara tevbe edip Allah'a yönelmekte, ona yakarmanın zevki ve O'nu tanımanın insana bahşettiği huzur ve sükûnet vardır. O'na itaat etmekte onunla hemhâl olmak vardır. Allah'a itaat eden kimsenin itaati anında aldığı zevkten başka bir karşılık ve ecir olmasa bile, aldığı bu zevk ve Allah ile hemhâl oluşu ona kâfi gelirdi. Üstelik ahiret gününde kazanacağı mükâfatlarda kendine kâr alır. İlk anda hoşlanmasa bile sonradan zevk alır. Kötülüğe devam , ederken nasıl ondan zevk alırsa, iyiliğe devam ederken de aynen ondan zevk aldığı gibi zevk alır. İnsan yaradılışı böyle devam ettiği şeyden zevk alacak niteliktedir. Bu düşünceler, insanın zevklere karşı sabırlı olma kuvvetini veren korkuya hareket verir. Gene de bu düşünceleri harekete geçiren vaizlerin vaiz ve öğütlerini ve onların böyle sayısız sebeplerini kalblere yerleştirmeleri lâzımdır. Böylece fikir, yaradılışa uygun gelir ve kalb de ona bağlanır. Tabiat ile düşünce arasında bu uygunluğu yerleştiren hayra iyiliğe, tevfik denir. Çünkü tevfik, irade ve istek ile ahirette insana faydası olup kurtuluşuna vesile olan itaati yerleştirmek demektir.
Hadisde rivayet edilir ki:
Ammâr b. Yasir, Hz. Aliye dedi ki:
- Bize, küfrün ne üzerine kurulmuş olduğunu anlat. Hz. Ali dedi ki:
- Küfür, dört direk üzerine kurulmuştur. Bu direklerde, cefâ, körlük, gaflet ve şüphedir. İnsanlara cefâ çektirenler hakkı küçük görür, bâtılı meydana vurur, âlimlere karşı hiddetlenir. Kör olan, zikri aklına getirmez. Gafil olan haktan ayrılır ve batıla sapar. Şüphe eden kimse, ümitlere kapılır, sonra da yanılıp Allah'ın cezası ona ulaştığı zaman, hasrete ve pişmanlığa kapılır, fakat artık iş işten geçmiştir. Pişmanlık fayda etmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınız bizim için önemlidir.